24 Kasım 2017 Cuma

gitmek mi, kalmak mı?


karar verecekti. vereceği kararın sonuçları hakkında hiçbir fikri yoktu. kaybetmek istemiyordu ancak kazanmak için de gücü yoktu. kalırsa acı çekmeye devam edecekti. tüm olacakları bilerek bu işe girmemiş miydi zaten?

düşünceler insan zihninin asla karşı koyamadığı güçlü soyut nesnelerdir. onlarla iyi geçiniyorsanız size muazzam fikirler üretebilirler, eğer sizin düşmanınız olmuşlarsa; geçmiş olsun. sağlam bir savaşa çoktan girdiniz!

işte o da; düşünceleriyle sağlam bir savaşın içerisindeydi. birden gelmişlerdi, ağır hasar veriyorlardı. henüz karşılık verememiş, savunma pozisyonundaydı. bir çıkış arıyordu ancak ne o çıkışı bulabileceğinden ne de öyle bir çıkış olduğundan emin değildi. aynı zamanda mükemmeliyetçi yapısına uygun olarak kimsenin üzülmeyeceği bir alternatif üretmeliydi. sahilde kum taneleri içerisinde arayışta gibiydi. çoğu zaman aklına gelen en kolay alternatif çekip gitmekti. her şeyi olduğu gibi bırakıp gitmek. bu fikre çoğu kez kapılmış, hepsinde ikna olmuş ancak gitmeyi becerememişti. belki de gidecek yeri olmadığındandır, kim bilir.

bir fikri ötelemek, ondan kaçmak mıdır yoksa zaman kazanıp hareket alanı beklemek mi? yahut şöyle sormak lazım; bir fikirden kaçılabilir mi?

bir fikir önemini yitirir mi? zaman ve şartlar o fikri yok eder mi?

neden her şey olması gerektiği gibi gitmez ve neden kaderimizi hep başkalarının eline bırakmak zorunda kalırız. oysa birey, kendi olduğu için değerli ya da nitelikli değil midir? neden hep başka şeyleri de yanına iliştirme ihtiyacı duyar ki insan?

hiç anlamamıştı. tüm bu sorular zihnini gerçekten fazlasıyla kurcalıyor ve artık ona rahat vermiyordu. yorgun düşmüştü. hem de hiç olmadığı kadar. en rahat edeceği yer, ona zorluklar getirmiş; bu zorluklarla mücadele etmekten başka bir şansı ona bırakmamıştı. o bunu açıklamış olsa da...

hayır diyebilmek büyük rahatlık getirir insana. ancak bu her zaman ferah yollar açmaz. hayır demenin sizin için yaratacağı avantajlı durumlar, hayır demek istemediğiniz kişilerle kesişebilir. peki böyle bir durumda ne yaparsınız?

bu durum onu büyük bir çıkmaza sokmuştu. çıkmazı kendinin yaratıp yaratmadığından emin değildi ama bir krizin içerisinde olduğu açıktı. bunu tek başına çözmeye çalışıyordu. zihnindeki yorgunluk, bünyesine sirayet etmiş artık bitik, zayıf bir insana dönüşmüştü. bu, olmak istediği en son şeydi ancak bağıra bağıra gelen bu duruma önlem alamamıştı. hatalı olduğunu biliyordu. günü mü kurtarmıştı o dönem geri çekilmeyerek, bilmiyordu. ancak kendisiyle karşısındaki arasında tercih yapmış, karşısındakini seçmişti. o, bunu bilmiyordu. tahmin ediyorsa da önemsemiyordu. oysa anlayış ve zarafet konularında zirvedeydi, rakiplerine fark atmıştı. onu bu kadar özel kılan şeylerin başında da bu geliyordu. hem duygusal, hem zarif, hem nazik hem de neşeliydi. ha; bir de güzeldi.

o gece uzun olacaktı, bunu hissediyordu. korktuğu şey ayak seslerini yavaştan hissetirmeye başlamıştı. kitabını aldı, etrafındakilere farkettirmeden köşesine çekildi. düşmanın gelmesini bekliyordu ve hazırdı. zihnen güçlü durmaya çalışıyordu, her denemesi düşmana yarasa da... gecenin geç saatlerinde kafasını yastığa koyduğunda yarın olacaklardan az çok emindi. düşman, önce zihnine, sonra da bedenine sızacaktı.

sabah olduğunda beklediğinden daha güçlüydü. düşman, bedenine sızmaya tenezzül etse de kendini korumayı başardığı için eskisi kadar güçsüz değildi. yine de erken konuşmamak gerekiyordu. güne temiz bir başlangıç yapan zihin, beklenenden hızlı biçimde virüsle dolmuştu. bu, beklenmedik bir durumdu. beden git gide güçsüzleşiyordu. yapabileceği şeyler vardı, yapmaya cesareti yoktu. usulca bekledi, bekledi, bekledi...

aradan günler geçmişti. dirençsiz kalan vücudu kısmen ele geçirilmişti. sağlıklı düşünemiyor, düzgün beslenemiyor, duygusal olarak acı çekiyordu. yapılması gereken şey belliydi. öncesinde ufak bir gezintiye çıkması gerekiyordu. çıktı ve dolaştı. kendine en iyi gelen yere gitti. zihninin biraz olsun rahatlatmak istiyordu.

yürümeye devam etti. uçsuz bucaksız bir yol olsa, sıkılmadan yürüyebilirdi. vakit tamam dediğinde ayrıldı, şimdi karar vaktiydi. 

15 Ağustos 2017 Salı

Galatasaray-Kayseri: Dinamizm



Bir futbol maçını iki şekilde yorumlayabilirsiniz; mental açıdan etkiler ve teknik anlamda sahada yaşananlar. Galatasaray'ın en büyük kazanımı ilk opsiyon oldu. 

Kötü kadro planlaması, berbat geçen iki sezon ve umut bağlanan Avrupa Ligi'ne temmuz ayında veda etmek... Birbirini ardı sıra takip eden bu olaylar silsilesi Galatasaray taraftarında güven bunalımına sebep oldu. Bu da beraberinde, doğal olarak, bazı reaksiyonlar getirdi. Ondan sebep ki; kadrolar okunurken teknik direktör protesto ediliyor, geçen seneden kalma oyuncular ıslıklanıyor ve herkes sahada yenilik görmek istiyor. 

Tam da bu noktada Galatasaray, bir maçtan daha fazlasını kazanması gereken bir karşılaşmaya çıktı, hem de daha ligin ilk maçında. Hala katetmesi zorunlu olan birçok mesafe olsa da vaat etmesi gereken en önemli şeyi taraftarına sundu oyuncular; umut. Çünkü sahada mücadele eden, ne yapması gerektiğini bilen, modern futbola uygun davranmaya çalışan bir grup sporcu gördü herkes. Bunun dışında kalan şeyler teknik detay, ince işçilik. Belli noktalarda farkı belirlese de; ana fotoğrafta aşılması gereken en önemli eşik belki de Kayseri maçıyla aşıldı. Artık Galatasaraylıların hayal kurabilecekleri bir takımı var ve bu durum onları daima diri tutacak.

İşin teknik kısmını sonraya bıraktım zira mental anlamda güçlü olmak, sahada denenecek oyun şablonunu da, oyuncu tercihlerini de direkt etkiliyor. Galatasaray'ın İsveç takımına elenmesi büyük bir felaketti şüphesiz ancak sürpriz değildi. Zira Galatasaray'ın o maçta sahada olan kadrosu, geçtiğimiz sene reaksiyon vermekten çok uzak olan kadro yapısından yalnızca üç farklılık içeriyordu ve o üç değişiklik de geçen sezon kolay maçların çilingiri olan oyuncuların gidişiydi. Yani; asıl probleme çözüm bulunmadığı gibi, en azından tek noktada işleyen çark da dişlilerinden ayrılmıştı. 

Aradan geçen bir ayda gerçekten de çok şey değişti. Önce teşhis-tedavi noktasında yapılabilecek bütün müdahaleler yapıldı, ardından bu oyuncuların birlikte oynamasından, başlangıç adına, iyi bir uyum yaratılmaya başlandı. Sırada ise makinenin tam performans çalışabilmesi için ihtiyaç duyduğu son değişiklikleri yapıp, onu her geçen gün daha da verimli hale getirecek çalışmaları yaptırmak var. 

Dönüşüme uğrayan yeni Galatasaray'ı tanımlayacak en doğru kelime ''dinamizm'' olsa gerek. Artık oyunun her alanında baskı uygulamayı isteyen ve bunu da başaran, rakiple sıcak temas kurmaktan çekinmeyen, top ayağındayken de fiziksel özellikleriyle ve oyun aklıyla fark kurabilen bir takım var. Galatasaray'ın top ayağındayken nasıl oynadığını ya da oynaması gerektiğine ayrıca değineceğim o yüzden önce diğer noktaları aydınlatmakta fayda görüyorum. Galatasaray'ı değişime götüren sebepleri içerisinde barındıran takımın verdiği görüntü şuydu son iki yılda; her ne kadar savunmada iyi pozisyon almaya çalışsa da; rakiple temas kurmayan, top kapmaya çalışmayan ya da bunu beceremeyen, günümüz orta saha özelliklerini bünyesinde yeteri kadar barındıramayan bir oyuncu yapısı mevcuttu. Bu da otomatik olarak takımın hem defans hem de hücumda yetersiz bir görüntü sergilemesine sebep oluyordu. Bu takımın fizik seviyesini istediğiniz kadar yukarı çekin, elde edeceğiniz görüntü birkaç önemli oyuncusu olan anadolu takımından hallice olur. Tam da bu takım ortamı, maksimum verim verebilecek oyuncuların minimum ya da ortalamada kalmasına sebep olur. Geçen sene, hatta değiştiriyorum, geçen ayki takımla Kayseri maçında oynayan takım arasındaki en önemli fark budur. Bu durumu da sanırım en iyi Linnes örneği üzerinden açıklayabiliriz. Linnes, kapasitesi belli olan ancak doğru bir düzen içerisinde size maksimum faydayı sağlayacak bir oyuncudur. Eski takımı Molde, bu disiplinde bir takım olduğu için de Linnes fazlasıyla göze battı. Ancak Linnes, Galatasaray'a geldikten sonra asla böyle bir düzen bulamadı. Karşılaştığı şey kaostan başka bir şey değildi. Kaos iyidir ancak kontrolü sizdeyse. Galatasaray bu girdabın içerisinde bu tip bir oyuncudan elbette ki istediği verimi alamazdı. Galatasaray'ın inşa etmeye çalıştığı düzenli futbol sırf bu yüzden bile önemli. Zira takım içinde yer alan ancak değeri ve potansiyeli konusunda şüphe uyandıran bazı oyuncular bu sayede kendilerini bulup, Galatasaray'a katma değer sağlayabilir.

Gelelim işin topa sahip olma ve oyun yönlendirme kısmına. Belki de Galatasaray'ın en çok eksik olduğu ancak skordan ötürü göze batmayan kısmı bu. Henüz belli bir şablonla hücum edemiyor Galatasaray. Bunun bazı sebepleri var. İlki; hücum hattının kenar kısımlarında oynayacak oyuncuların takıma katılmamış olması. İkincisi ise, ilk söylediğimle bağlantılı şekilde, oyuncu rollerinin net olarak belirlenmemesinden kaynaklı ufak çaplı saha içi kargaşası ve uyum sorunu. Galatasaray'ın bu denli sükseli bir ilk hafta başlangıcı yapmış olması aslında tamamen ''dinamizm'' kelimesinde saklı. Atletik ve mücadele etmeyi seven oyuncular, beraberinde gelen hızlı oyun ve kazanmaya olan açlık. Yeni gelen oyuncuların karakter özellikleriyle maç kazandı Galatasaray. Oysa kendi yarı sahasına iyi çekilen ve savunma yapmayı az çok bilen takımlara karşı orada oynamayı ve farklı skor üretme opsiyonları yaratmayı öğrenmeli Galatasaraylı oyuncular. Bu da biraz zaman alacak. Temenni edelim ki; Galatasaray kendi ''kontrollü kaosunu'' yaratabilsin ve dinamik yapısıyla geçiş döneminden en az hasarla çıksın.

26 Şubat 2017 Pazar

Cesaret



Bir teknik direktörde bulunması gereken, onda olması beklenen özellikler nelerdir? Kabaca ilk akla gelen; doğru 11 çıkarması ve iyi kondisyon yüklemesidir. Biraz daha teknik detaylarla ilgiliyseniz oyunu doğru okuma ve oyuncularla iletişiminin iyi olması gerektiğini de söyleyebilirsiniz. Ancak bahsettiğimiz güçlü bir teknik direktörse eğer; olmazsa olmaz özelliklerden birisi cesarettir. Riekerink ise kırılma anlarının hiçbirinde bu cesareti gösteremedi...

Evet; bu yazı Riekerink'in vedasıyla başlayıp, takımın genel durumu ve İgor Tudor'un katabilecekleri ile devam edecek. Riekerink'in gönderilmesiyle sonuçlanan sürece ufak bir göz attığımızda teknik direktör tanımlamasıyla başlamak gayet doğru olacaktı.

Yaşayarak öğrenmek diye bir şey vardır. İnsanlar bazı şeyleri tecrübe etmeden, o durumu asla kabul etmezler. Bu durum bizim insanımızda biraz daha yaygın. Her ne olacaksa onu mutlaka yaşamalı, deneyimlemelidir. Bu tecrübe biçimi futbolda da farksız aslında. Duygu çalkantıları bu oyunda insanları girdabın içerisine çok daha fazla alıyor.

Aslında Riekerink'te de benzer bir duygu buhranı yaşandı. Önce olmayan bir inanç sosyal medyanın tetiklemesiyle aşılanmaya başladı, ardından bu, yerini koşulsuz inanca bıraktı. En sonunda alınan yenilgiler ya da oynanan ilk kötü oyunda bunun suni bir inanç olduğu ortaya çıktı. 

İnsanlar çabuk unutmayı seviyor ya da böyle olmasını tercih ediyor. Belli kısa dönemleri kenarda bırakırsak, inanç zorla aşılanmaz; kendiliğinden oluşur ve akabinde insanlar o sinerjiye sadece katkıda bulunur. Çünkü gerçek inanç ve sinerji ilk tökezlenilen yerde hemen son bulmaz, bilakis güçlenerek devam eder. Riekerink dönemi Galatasaray'ı da bu suni inancın içerisinde gizli aslında. Güçlü ve gerçek bir enerjiye dönebilirdi, hiçbir zaman dönmedi. Bir süre sonra da dönmeyeceği anlaşıldı ve şu an karşımızda bulunan durum kaçınılmaz oldu. 

Cesaretten bahsettim biraz yukarıda. Evet; Riekerink o cesareti hiçbir zaman gösteremedi ve yine evet, bu durum onun "altyapı antrenörü" imajına sıkışmasına sebep oldu. Hollandalı'nın Galatasaray geleceğini direkt olarak belirleyecek noktalardan birisi kriz anlarındaki yönetim şekli olacaktı. Riekerink işte burada sınıfta kaldı. Gelin bunu biraz irdeleyelim.

İlk kriz anı deplasmandaki Beşiktaş maçında yaşandı. 2-0'dan maçı adeta kendi elleriyle vermek, Hollandalı hocanın eleştirilere üst perdeden merhaba demesiydi bir nevi. Bu esnada eldeki oyuncuların hepsinden faydalanılmadığı da dile gelmeye başladı. Belli bir süre kadro istikrarı sağlansa da bu kez de hücumda tek bir isme bağımlı olma meselesi gün yüzüne çıktı. En sonunda ise yönetimin kadroya müdahale ettiği haberleri ortaya çıktı ve yolun sonuna gelindi. İşin üzücü kısmı; bu kadar önemli bir meselesinin sadece skorlara bağlı olmasıydı. Ligin ilk yarısı sona erdiğinde her şey ortadayken bu operasyonu gerçekleştirmeyip, iki hafta sonra ilk yenilgide gerçekleştirmek yukarıda bahsettiğim ''tecrübe etme'' hadisesiyle direkt olarak ilintili. Burada da devreye yöneticilerin futbolu ve yönettikleri takımı bilmesi, tüm olaylarla ilgili öngörü sahibi olması devreye giriyor o da şimdilik buranın konusu değil.

Peki İgor Tudar ne yapar?

Kısa vadede yapması gereken ve gelecekte yapabileceği şeyler olmak üzere önünde iki yol var.

Klişe olacak fakat Tudor'un arzu ettiği gerçek takımı muhtemelen yeni sezonda göreceğiz. Sebebi ise açık; önünde geçireceği koca bir hazırlık kampı ve transfer dönemi olacak. Burada takımı kendi aklındaki dayanıklılığı oluşturacak fiziksel yeterliliğe kavuşturup, belki de birden fazla taktiksel esnekliğe adapte edecek. İşin bu kısmını sezon sonunda yeniden analiz etmek için buraya ufak bir not bırakıp, ilk ve günümüze etki edecek maddeye dönelim. Tudor kısa vadede neleri değiştirebilir? Sanırım Galatasaray'da geçirdiği kısa süre bize cevabı kendiliğinden veriyor; daha mücadeleci bir takım. Özellikle orta sahada dinamik olmayan isimlere sahip Galatasaray'ın bunu nasıl başarabileceği en önemli soru olarak önümüzde duruyor. Açıkçası bu konuda net bir yorum getirmek biraz zor. Yine elimizdeki ufak bilgi kırıntılarından tahminde bulunabiliriz. Resmi sitedeki idman raporlarını takip edenler şöyle bir bilgiyle karşılaştılar hafta boyunca: ''Takımımız idmanın ilk bölümünde interval koşular gerçekleştirdi''

Merakımı cezbetti, araştırdım. Özetle; vücudu daha yüksek tempolara alıştırmak için tercih edilen bir antrenman türü. Vücuda ilk başlarda son derece zorlu gelecek bu antrenman, zaman içerisinde bünyenin de alışmasıyla kısa ve uzun vadelerde güçlü koşulara olanak tanıyormuş. Tudor'un yalnızca iki idmanla çıktığı Rize maçında takımın koşu mesafesini ve mücadele gücünü üst seviyelere çekmesinin bu anlamda tesadüf olmadığını söyleyebiliriz.

Sene başından beri Galatasaray'daki en büyük eksik, bu biraz da Riekerink'in baskın karakter olmamasıyla da alakalı, idmanlarda fizik kondisyona önem verilmemesiydi. Haftada yalnızca tek maç yapan bir takım için bu kabul edilemez bir durum. Galatasaray'ın ligi en son bütünüyle domine ettiği yıl olan 2011-12'de Galatasaray, haftanın bir ya da iki günü mutlaka kondisyon idmanı yapıyordu. Bundan sebep; oyun olarak rakiplerini ezemediği maçlarda dahi fizik üstünlüğü ile onlara üstünlük kurabiliyordu. Galatasaray o sene de Avrupa'da maç yapmıyordu ve bu durumu fırsata çevirmeyi başarmıştı. Bu sezon ise şu ana kadar bunu başaramadı. Bu yüzden en büyük farklılığı burada görebiliriz.

Tudor'un kazanmak zorunda olan ve puan olarak kredisi az bir takıma gelmesi hem avantaj hem de dezavantaj. Rüzgarı arkasına alarak önümüzdeki seneye çok güçlü girme ihtimali de mevcut, skorlardan dolayı oluşabilecek soru işaretleriyle yeni sezona başlama ihtimali de...

NOT: interval koşularla ilgili detaylı bilgiyi bu siteden bulabilirsiniz: https://kosukadini.com/2014/07/23/interval-antrenmani-nedir-nasil-yapilmalidir/


10 Ağustos 2016 Çarşamba

Dört mevki, beş oyuncu: 23 yaş ortalama


 

 

Fikir oluştuktan sonra bunu yazıya dökme kararı aldığımda aylardan Mayıs'tı. Galatasaray'ın yeni sezondaki hocası belli değil, kadro sıkıntılı ve mali anlamda problemler söz konusuydu. Şartlar böyleyken; tutunacak dal misali, ufak da olsa bir umut ışığı olabilmesi açısından bu başlıkta bir yazı planlamıştım.


Bugün ise aylardan Ağustos. Yazının kuluçkada geçirdiği yaklaşık üç aylık sürenin ardındansa değişen çok fazla şey oldu. Önümüzde bir umut kırıntısından çok daha fazlası var artık. Bunun mimarı ise sadece yarım dönemdir bu ülke topraklarında bulunan bir Hollandalı; Jan Olde Riekerink. Teknik adam değerlendirmede, çoğunlukla, iki kriter vardır: ilki; kadro planlaması, ikincisi de oluşturulmuş kadroya oynatılan futbol. İkinci durumla alakalı elimizde bazı veriler mevcut fakat değerlendirme yapabilecek nitelikte bilgiyi ilk kriterde bulabiliriz. Doğru teşhis, doğru tedavi.


İyi bir tedavi için önce teşhisi doğru koymak gerekir. Galatasaray'ın geçen sene yaşadığı problemler kadro planlaması olarak yaşanılan eksiklik ve kondisyon sorunu olarak ikiye ayrılıyordu. Riekerink'in Galatasaray'da öncelikle çözüme kavuşturmak istediği nokta da fiziksel sıkıntılar oldu. Daha evvel Dortmund'ta da çalışmış Alman kondisyoneri takıma getirişi, günde üç idman yaptırması ve ortaya diri bir Galatasaray çıkarması eksik listesinin artıya dönmesini sağladı. Diğer ve belki de en önemli problem ise kadro planlamasının doğru yapılamayışıydı. Önemli; zira fikir ve öngörü gerektiren, kısaca bu oyunu ve bulunduğunuz takımı iyi okumayı zaruri kılan bir durumu çözüme kavuşturmanız gerekiyordu (Riekerink, takımını analiz edebilme noktasında son derece başarılı olduğunu gösterebilecek birkaç umut ışığını sezon içerisinde vermişti. Birincisi; deplasmanda oynanan Eskişehir maçından önce yaptığı Galatasaray analizi, diğeri de kupa finalindeki maç planı). Eldeki veriler ışığında konuşmaya devam edelim; yaş ortalaması yüksek, alternatif olmaktan dahi çok uzak ve geriye gitmiş, takımı olumsuz etkileyen faydasız oyuncular. Bir de tüm bunlara ek olarak Uefa ile yürütülen görüşmeler.


Bu karamsar tablo içerisinde fikirsel bazda devrim sayılabilecek kararları almanın ne denli zor olduğunu sanırım yazmaya gerek yok. Resmin tamamını görmeden net yorum yapmak sağlıksız gibi görülse de; ağustos ayına kadar yapılanlar ve yapılmak istenenler ışığında söylenebilir ki bu noktada da işler kusursuza yakın ilerliyor. Eğer antrenörlükten bahsedeceksek üçüncü bir sac ayağını daha değerlendirmenin içerisine dahil etmemiz gerekir. Maçı iyi okuma ve sıkıntılı dönemlerde takımı ayakta tutabilme. Bunu ise bekleyip göreceğiz fakat kırık dökük olan sandalye şu anda oturulabilir durumda, sağlamlık derecesini ise sene içerisinde test edeceğiz.







Buradan asıl meseleye bağlanalım. Geçtiğimiz yıllarda Galatasaray'a dair yapılan eleştirilerin odağında yaş ortalamasının yüksek olması yatıyordu. Bir yenilenme ihtiyacı duyulduğu ancak bunun yapılmadığı söyleniyordu. Biraz şans biraz da ihtiyaçların şekillendirmesiyle Galatasaray'da enteresan bir görüntü ortaya çıktı. Oyunu çift yönlü oynaması gereken mevkilerde yer alan oyuncuların yaş ortalaması ciddi manada aşağıya çekildi. Şans; çünkü neredeyse herkes Bruma'dan umudu kesmişti ve elden çıkarılması konuşuluyordu. İhtiyaç; çünkü geçen sezon bir sol bek yedeğine ihtiyaç vardı ve scout ekibine güvenilerek Fransa İkinci Ligi'nden Carole alındı. Bu iki isme; devre arasında takıma katılan ve oyunu iki yönlü oynayabilmesinden ötürü merak uyandıran Linnes'i, geçtiğimiz sezon takımda belki de en fazla heyecan veren oyuncu olan Sinan'ı ve bugün bir fırsat transferi olarak takıma katılan Cavanda'yı ekleyelim. Bu oyuncuların yaş ortalaması 23,2 ve takımın başında da eğitmen bir hoca var. Bahsi geçen oyuncuların belli bir seviyenin üzerinde ve ciddi potansiyel barındıran isimler olduklarını da hesaba katarsak; en azından beş senelik planda önü çok açık bir Galatasaray görüyoruz. Ya; bu oyuncular ciddi meblağlara satılıp gelir elde edilecek, ya da bu oyunculardan maksimum seviyede uzun seneler faydalanarak sportif başarılara katkıları sağlanacak. Yabancıların tabiriyle her türlü win-win durumu söz konusu. Yalnızca dört mevki olarak bakmanın dışında kamerayı bütün takıma tutarsak da görüntü şu; etrafı genç oyuncularla kurulu fakat tecrübeli isimlerin omurgayı oluşturduğu bir Galatasaray. Eren Derdiyok, Sneijder, Selçuk, Muslera gibi isimler işin tecrübe ve mental tarafında son derece güçlüler. Onların liderliği, yaşı genç oyuncuların enerjisi ile değişik ama bir o kadar da merak uyandıran bir Galatasaray var karşımızda.

 
Bakalım Hollandalı ressam bu farklı renkleri kullanarak nasıl bir tablo ortaya çıkaracak.

 

3 Şubat 2015 Salı

Bursa maçının ardından: Uyarı

Terim'in takımdan ayrılışıyla beraber futbola dair birçok şeyden soğumuş, uzaktan bir izleyici olmaya karar vermiştim. Hele ki; maçlar üzerine yine eskisi gibi kafa patlatmak, analizler yapmak hiç içimden gelmiyordu. Böyle anlarda çok saçma sapan insanların otorite kabul edilip, yorumlarının prim yaptığına şahit oluyorum. Bu durum; vermiş olduğum karardan beni sıyırıp, yazmaya sevk ediyor. Zira tam da bu anda, afedersiniz, angutların kendini bir şey sandığı yerde, ''bizim onlardan aşağı kalır yanımız yok'' diye düşünüyor insan. Sonra yeniden yazmaya başlıyorsun. İçindeki o heyecan, şevk, istek kaçınca haliyle istikrar yakalayamıyorsun. Bir keresinde Mehmet Demirkol üniversitenin birinde konuşmacı olarak davet almışken şöyle bir laf etmişti; ''İleride gazeteci olmak isteyen ya da kendi halinde yazı yazan gençlere tek söyleyebileceğim şey şu; sakın yazmayı bırakmayın. Ne olursa olsun yazın''. Yazmadığım zamanlara şöyle bir dönüp bakıyorum da; hakikaten yerinde ve bir o kadar da doğru bir laf. İnsan tecrübe edince anlıyor bazı şeyleri. Bir işi yapma noktasında gayet hevesli  ve istekli olan bir kişinin hevesinin kırılması o kişiye verilebilecek en büyük zararlardan biridir. Bu hem özel hayat hem de iş hayatı için geçerli. Ayrım yapmaya lüzum yok. Yeri geliyor kendi kendimizin de hevesini kırıyoruz, bu da inkar edilmemesi gereken bir gerçek. Ancak işin içinde dış güçler olunca; müdahale edemiyorsun ve sadece üzüldüğünle kalıyorsun.

Bütün bunları neden yazdım? Hangi konu hakkında yazarsam yazayım; mutlaka sağlam bir giriş yapmayı kendime bir zaruret olarak görürüm. Bu sefer de girişi böyle yapmak istedim.

Maça geçelim; Galatasaray adına her açıdan yanlışlarla dolu bir maçtı. Çıkan kadrodan, oyun içi hamlelere kadar... Aslında insanları umutsuzluğa sürükleyen asıl sıkıntı da burada başlıyor. Teknik direktörler birer liderdir. Ve liderin ne kadar güçlüyse, yarışta o kadar avantajlısındır. Ben hep buna inandım. Galatasaray'da bu açıdan önemli ve ciddi hatalar var. Bunların en önemlisi de medyaya karşı gereğinden fazla şeffaf olmak. Üzerinde spekülasyon olabilecek konulara açıklık getirmek gereklidir, zira getirmezseniz bu sizin başınızı ağrıtır. Ancak aynı medyaya gidip de oyuncularınızla aranızda geçen diyalogları en ince ayrıntısına kadar anlatmak, sürekli televizyon kanallarına çıkmak ve hem kendiniz hem de rakiplerle ilgili ortada bir yarış varken bu kadar açık konuşmak uzun vadede yarar değil, zarar getirir. Bu açıdan; iki sene önce Terim sonrası dönem için kafamda düşündüğüm Hamza Hamzaoğlu'nun  bu konuda sınıfta kalıyor oluşunu görmek beni oldukça üzüyor ve tedirgin ediyor. Oyunculara karşı babacan bir tavır takınmakla, otoriter olmak arasında çok ince bir çizgi var. Takım ruhu yaratmak ve bütünlüğü sağlamak istiyorsanız bu ince çizgiyi çok iyi ayarlamanız gerekir. Hamza Hamzaoğlu geldiği günden bu yana kendine ''babacan olma'' yolunu seçti ancak gerektiği anların hiçbirinde otoriter yönünü devreye sokmadı. Karakter olarak belki buna çok uygun değil ancak G.Saray'ı yönetmek istiyorsanız ve en önemlisi başarılı olmak istiyorsanız buna mecbursunuz. Hamzaoğlu'nun takıma gelir gelmez taktiksel anlamda yapmış olduğu çok fazla doğru var. Çift forvete dönüp, Umut Bulut gerçeğini yadsımayarak G.Saray dinamiklerini harekete geçirmesi ve Burak Yılmaz'ı ikinci santrafor gibi kullanıp önce onu ofsayt belasından kurtarıp, sonra da golcü kimliğine kavuşturması takdire şayandı. Hakeza Beşiktaş maçı öncesi rakibi çok iyi analiz edip sistemi 4-3-1-2'ye döndürmesi ve böylece rakibe kanatlardan geçiş izni vermemesi de iyi bir analizcinin yapacağı hamlelerdi. Ancak problem bundan sonra başladı. Ne zaman ki Beşiktaş galibiyeti geldi ve takım devre arasında girdi; sorunlar baş göstermeye başladı.

Burada yine babacanlıkla otoriter olma kısmına geri döneceğim. Prandelli'nin sene başında oyunculara vermiş olduğu gereğinden fazla devre arası iznini oyuncuların huzuru bozulmasın diye iptal etmedi Hamzaoğlu. Böylece G.Saray hazırlıklara en geç başlayan takım oldu. Buna ek olarak rezil bir sahada, ikinci sınıf takımlarla hazırlık maçları yapıldı, oyuncular kaybedildi. Sonrasında da televizyonlara G.Saray'ın iç yapısıyla ilgili aynı şeyler farklı kanallarda yüzlerce kez tekrar edildi. Birnevi lig sonunda takım şampiyon olmuşçasına yorumlar yapıldı. Bunlar iyi niyetli şekilde yapılmasına rağmen olmaması gereken şeylerdi.

Taktiksel anlamdaki yanlışlar üzerinden Bursa maçına geçelim. Öncelikle çıkan kadronun sıkıntılı olduğunu söylemekte fayda var. Benim en çok savunduğum ve desteklediğim felsefelerden biri şudur; hakedene formayı vereceksin ve formda olan oyuncuyu kesmeyeceksin. Geçen haftanın en formda ismi Bruma'yken, hatta Bruma çok iyi bir iç saha hücum gücüyken; Afrika Kupası'ndan yeni dönmüş ve takıma çok da artı katmayacak Chedjou için Portekizliyi kesmek hem Bruma'nın özgüvenini düşürdü hem de G.Saray'ın hücum gücünü ciddi anlamda etkiledi. Zira Bursaspor'un oyun yapısı gereği açık bir futbol oynayacağı ve savunma arkasında ciddi açıklar verdiği bilinen bir gerçek. Tam da durum buyken; çıkan kadro Bursaspor'un ekmeğine yağ sürdü. Galatasaray'ın yapması gerekeni Bursaspor yaptı ve ağır G.Saray savunmasının arkasına uzun toplarla ve seri paslaşmalarla çok çabuk sarkarak inanılmaz fırsatlar kaçırdı. Buna rağmen golü erken bulan taraf Sarı-Kırmızılılar oldu. Ancak Bursaspor'un maçlarını izleyen biri olarak bu durum beni zerre kadar şaşırtmadı. Az önce de söylediğim gibi; Bursa, savunmada ciddi sıkıntıları olan bir takım. G.Saray hücum anlamında birazcık kıpırdasa verdiği gol fırsatı kadar golü rakip kaleye atabilirdi. Ancak çıkan kadro buna çok da fazla müsade etmediği için oyuna maç boyunca ağırlık koyamayan bir G.Saray gördük.

Bir diğer sıkıntı da Sabri sakatlandıktan sonra yaşandı. Tarık istediği kadar yetersiz olsun; Sabri çıktıktan sonra o bölgede oynayabilecek yegane adamdı ve oyuna o girmeliydi. Geçen hafta skor 2-0 G.Saray lehineyken oyuna alınmayan ve 81. dakikada oyuna dahil olan Sinan Gümüş, Bursa maçının 30. dakikasında kurtarıcı diye oyun girdi... Yanlışlar bununla da bitmiyor; Sabri yerine oyuna Tarık girmeyince bu kez takımda beş ayrı oyuncunun mevkisi değişmek zorunda kaldı. Meydana gelen bu kaymaların çoğunluğu savunmada yaşanınca; Galatasaray pozisyon vermeye devam etti. Dikkat edin; Galatasaray'ın hücumda birazcık kıpırdanmaya başladığı anlar Bruma'nın oyuna girdiği dakika ile paralel. Ki Hamza Hamzaoğlu ekran turu yaptığı canlı yayınlarda Bursa'nın 60'tan sonra oyundan düştüğü tespitinde bulunmuştu. Hal böyleyken fizik olarak çok diri olan Sinan Gümüş, aynı Rize maçında olduğu gibi, oyunun son bölümünde sahaya girip rakip bekleri zorlayabilirdi. Bruma da maçın başında oyuna getireceği enerji ile taraftarı daha ilk dakikadan oyunun içine çekip Galatasaray'ın işini kolaylaştırabilirdi.

Kendi sahanda oynadığın bir maçta rakip tarafından oyun olarak domine edilmek ve karşılığını neredeyse verememek çok acı. Esasında pazar akşamı karşı karşıya kaldığımız durum anlatmaya çalıştığım birçok problemin sahadaki tezahürüydü.  Hiçbir şey için geç değil ancak verilen uyarıyı da iyi algılamak ve ciddi şekilde buna eğilmek bir elzem.

27 Ocak 2015 Salı

Galatasaray: 2-0 :Çaykur Rize

Galatasaray iki sene evvel 1461 Trabzon'a kupada elendiğinde ortalık ayağa kalkmıştı. Bunun iki nedeni vardı; birincisi G.Saray'ın maçtan 3-4 gün sonra kendi sahasında Fenerbahçe ile karşılaşacak olması, bir diğeri de o dönem kupada zayıf takımların çok fazla sürpriz yapamamasından mütevellit bu durumun büyük bir şaşkınlık yaratmış olması... Sarı-Kırmızılılar o gün sahaya as takım ağırlıklı bir kadroyla çıkmamıştı. Birkaç as oyuncunun etrafında oluşturulmuş kısmen yedek bir takım mevcuttu. Kısaca arkasına sığınılacak bir bahane vardı... Nitekim o maçtan kısa süre Arena'da Fenerbahçe'yi ağırlayan G.Saray sahadan 2-1 galip ayrılmıştı. Diyarbakır BŞB maçı ise farklı bir senaryo barındırıyordu içerisinde. Hem kupa maçlarında küçük takımlara karşı alınan skorlar son dönemde yaygınlaştığı için artık çok da büyük bir sürpriz kabul edilmiyor, hem de Galatasaray bu mağlubiyeti alırken sahaya as takım oyuncularıyla çıkıyordu.

Galatasaray'ın bu karşılaşmadan çıkarması gereken en önemli ders şuydu; hiçbir rakip küçümsenmemeli. Gerek Afrika Kupası'na giden oyuncularının çokluğu, gerekse de sakat oyuncularının fazlalığı nedeniyle Rizespor da küçümsenmeye gayet açık bir takım görünümündeydi. Eğer ki Galatasaray, Diyarbakır önünde bu mağlubiyeti almasa belki de ikinci yarının ilk maçında bir kaza kurşununa kurban gidecekti.

Kısaca Rize maçı öncesi Galatasaray'da durum bundan ibaretti. Burak'ın sakatlığı, G.Saray'ı sene başında denediği ancak çok da başarılı olmadığı bir şablonu oynamaya itti; 4-2-3-1. Hamza Hamzaoğlu'nun çalıştırmış olduğu takımlarda bu sistemi benimsediğini ve takımlarını bu şablon üzerinden oynattığını biliyoruz. Ancak G.Saray'daki olağandışı durum nedeniyle Hamzaoğlu 4-4-2 sistemini Florya'da oyunculara aşıladı ve Beşiktaş maçı dışında da bu sistemden şaşmadı (Beşiktaş maçında taktiksel bir hamle  yaparak 4-3-1-2 oynatmıştı).

Hamza Hamzaoğlu için olağan, G.Saray içinse çok da benimsenmeyen bir sistemdi 4-2-3-1. Dolayısıyla Sarı-Kırmızılı oyuncuların buna nasıl reaksiyon göstereceği soru işaretiydi. Neticede sene başında denenip, başarısız olunan bir sistemden bahsediyoruz. Buna rağmen sahada rakibini ciddiye alan ve ilk dakikadan itibaren rakibine sürekli basıp, coşkulu bir oyun oynayan G.Saray gördük. Ortalama üstü bir Anadolu takımına karşı oynarken rakibin direncini kırmak için erken gol bulmayı amaçlarsınız. Bunu başardığınızda da gerisi gelir. Ancak Rizespor bu tanımlamaya uyan bir görüntüde değildi. Yani; Galatasaray erken gol bulmasaydı bile Karadeniz ekibi o golü bir şekilde kalesinde görecekti. Oynanan oyun bunu bize çok net biçimde göstermeye başladı hem de ilk dakikadan itibaren. G.Saray'ın baskısı, iştahı ve arzusu bana 2011-12 sezonunun Aralık ayında oynanan G.Saray-F.Bahçe maçını hatırlattı. Fatih Terim'in Emre Çolak sürpriziyle başladığı maçta Galatasaray tarihi farkı kaçırmıştı. Rize maçında da benzer bir görüntü vardı. Pozisyonlara sıkça giren ancak atamayan bir G.Saray...

Galatasaray'da Chedjou-Semih tandemine uzun süredir muhalif olan biriyim. Chedjou'nun savunmadan aldığı uzun topları sürekli ''bam güm'' şeklinde uzun oynaması ve bu topların yüzde 90'ının rakibe gitmesi çoğu zaman kabak tadı veriyordu. Ancak Kamerunlu'nun hırsı ve hava toplarındaki başarısı bu durumun çoğu zaman görmezden gelinmesine sebep oluyordu. Rize'ye karşı tandemde birlikte oynayan Hakan Balta ile Koray, bu açıdan çok iyi bir sınav verdiler. Gelişigüzel uzun oynanan topların sayısı bu maçta gözle görülür biçimde azaldı; bir de buna ek olarak geriden gönderilen toplar G.Saray'ın rakip kalede tehlikeli olmasını sağladı. Nitekim G.Saray'ın ilk golü de Hakan Balta'nın savunmadan oynamış olduğu uzun top ile başladı. Oyunu geriden harika okuyan H.Balta, Selçuk'u şahane şekilde görerek asistin asistini yaptı. Koray Günter de Umut ve Bruma'nın koşu yoluna önemli paslar attı. Bence üzerinde durulması gereken bir detaydı.

Hamza Hamzaoğlu'nun neredeyse her iki günde bir katılmış olduğu televizyon programlarında söylediği önemli şeylerden biri de şuydu; ''Benim için 4-2-3-1 sisteminde forvetten ziyade arkadaki üçlünün ne yaptığı önemlidir''. Burak sakatlandıktan sonra tek forvet oynayacağını sokaktaki çocuğun bile bildiği G.Saray'da golleri atan oyuncuların 3'lünün sağındaki Bruma ile, ortasındaki Sneijder olması tabii ki tesadüf değildi.

Son zamanlarda formunu iyice arttıran ve bence Rize maçıyla zirveyi gören Alex Telles'e de ayrı bir parantez açmak lazım. Önünde ona bir koridor açıldığında oyunu çok iyi okuyabilen ve oluşturulan boşlukları çok iyi değerlendiren bir oyuncu Brezilyalı. Hücuma çıktığında Sneijder ve önünde oynayan (Emre ya da Bruma) oyuncular ile yapmış olduğu pas alışverişleri, kapanmış rakibi çözme noktasında önemli bir görev teşkil ediyor. Kendisine yapılan eleştirilerden sonra da ceza sahasına kestiği ortalarda isabet sayısını arttırmak için çok daha dikkatli ve görerek oynamaya çalıştığını da farketmemek imkansız. Buradaki en büyük sıkıntı; önünde oynayan oyunculardan gerekli desteği alamadığında Telles'in savunmadaki açıklarının ortaya çıkarak, tüm ihalenin ona kalması. Bu konuda Rize maçı odaklı konuşursak; tüm suç Telles'te değil, işin savunma yönünde sınıfta kalan Emre Çolak'ta. Çolak, takım savunma halindeyken adam kaçırması ve kolay çalım yemesi sebebiyle G.Saray'ın sol kanattan fazla atak görmesine neden oldu. Esasında savunmaya yardım konusunu ciddi şekilde oyuna konsantre olduğunda iyi yaptığını da gördük. Beşiktaş maçında Gökhan Töre'yi durdurmak amaçlı sistem değişip, Emre Çolak 4-3-1-2'deki 3'lünün soluna gelirken asli görevi Telles'e yardım etmekti. Bunu yüzde yüz seviyede iyi yapamasa da Brezilyalı oyuncuya verdiği destekle rakibin kanatlardan gelmesini engelledi. Çolak'taki en büyük sıkıntı ise gereğinden fazla topla haşır neşir olması. Misal; Galatasaray dört adamla hücuma kalkmışken, saniyeler önce çalımladığı bir oyuncuyu tekrar çalımlamaya kalkması sebebiyle Galatasaray'ın hücumu baltalanıyor. Sarı-Kırmızılılar çok adamla hücuma kalktığı için de top kaybı olduktan sonra kalesinde kontra atak görüyor. Bunlar basit gibi görünse de önemli ve üzerinde durulması gereken hatalar.

Bursa maçında Selçuk'un yokluğunda iki opsiyon mevcut. Birincisi; Emre-Melo ikilisi ve solda Olcan, sağda ise Bruma'nın kanatları oluşturması; diğer senaryo ise Sneijder'in Melo'nun yanına gelmesi ve Emre-Bruma'nın kanatlarda olduğu, G.Saray'ın da yeniden 4-4-2'ye merhaba dediği bir hücum anlayışı. Tabi ikinci dediğim opsiyon tamamen Burak'ın iyileşme sürecine bağlı. Bunu da önceden kestirmek çok zor. Ancak bir olasılık olarak yazmakta da fayda var. Chedjou döndükten sonra da G.Saray'ın çok iyi bir kadro mühendisliğine ihtiyacı var. Onu da Kamerunlu takıma tekrar katıldıktan sonra yazarız.

21 Kasım 2014 Cuma

Prandelli doğruyu bulur mu?

3 sene önceye dönelim.

Fatih Terim önderliğinde yeniden yapılanan, kadrosunu hemen hemen baştan oluştup sezona başlayan Galatasaray; skora gitse de oynadığı futbolla çok fazla umut vermiyordu. İşler öyle bir raddeye gelmişti ki; hem takımı hareketlendirip, hem de taraftarı gaza getirecek ufak dokunuşlara ihtiyaç vardı. Galatasaray'ın elinde forvet oynayabilecek isimler şunlardı: Johan Elmander, Milan Baros, Sercan Yıldırım. Bir de ihtiyaç halinde kullanılabilecek Colin Kazım... Buna rağmen hücumcu anlayışın en büyük savunucusu ve uygulatıcısı Fatih Terim, takımı ısrarla tek forvetle sahaya sürüyordu. Hem de çift forvete döndüğü maçlarda takımın daha iştahlı, daha pozitif bir oyun oynadığı aşikarken... O dönem oluşan ortamı çok net hatırlıyorum. Galatasaray'ın çift forvet oynaması gerektiğine yönelik baskılar dört bir yandan artarak geliyordu. Kırılma anı muhtemelen üst üste oynanan Mersin ve Beşiktaş maçlarında alınan 0-0'lık beraberlikler oldu. Bilhassa İnönü'de oynanan maçta Galatasaray'ın Beşiktaş'a karşı hiç olmadığı kadar aciz kalması, Türk futbolseverlerin Muslera ile tanışmasını sağlarken; Galatasaray'ı da bambaşka bir yola itiyordu. Ligin 12. haftasına kadar tek forvetli sistemden vazgeçmeyen Fatih Terim, derbiden bir sonraki hafta Arena'da oynanan Sivasspor maçında takımı sahaya çift forvetle sürmüştü. Biraz zorlanmasına rağmen rakibini 2-1 mağlup eden Galatasaray, o maçla birlikte üst üste 9 maç kazanarak kulüp rekorunu egale etti. Çift forvet oynarken ortaya çıkan iştah ve skoru kolay elde etme, taraftarı olduğu kadar oyuncuları da gaza getirerek ortaya izlemesi müthiş keyifli bir takımın çıkmasına vesile oluyordu. O dönem takımda 10 numara özellikli bir oyuncunun bulunmaması da bu sistemi işler kılmıştı. Kanatlarda Engin ve Emre Çolak gibi merkez orta saha özellikleri çok kuvvetli iki adamın yer alması, Galatasaray'ı merkezde çok kuvvetli bir takım haline getirmişti. Engin ve Emre'nin mücadele gücü yüksek oyuncular olması da orta sahada oluşabilecek olası az adamla rakibi karşılama ihtimalini de ortadan kaldırdı. Nitekim sezon sonunda yıllarca konuşulacak bir şampiyonluk elde etti o takım. Hem de ligdeki bütün rakipleri sadece aldığı skorlarla değil, oynadığı futbolla da ezerek.

Bir sonraki sene hasar tespiti yapılıp, birden çok takviye ile sezona girdi Galatasaray. Takımda halihazırda bulunan forvetlere bir de Umut Bulut eklenmişti. Elde dört forvet vardı ve yine salt bir oyun kurucu yoktu. Dolayısıyla şartlar Galatasaray'ı bir kez daha çift forvet oynamaya itiyordu. Oynanan oyunun geçen seneden farklı olmasının temel sebebiyse; kanatlardaki Engin ve Emre'nin yerini Hamit ile Amrabat'ın alması olmuştu. Hamit her ne kadar merkez orta saha özellikli bir oyuncu olsa da; Amrabat'ın sadece hücumu düşünen bir oyuncu olması ve savunma yönünün zayıflığı, orta sahaya kaymaları başaramayışı Galatasaray'ı zora sokuyordu. Ancak Drogba ve Sneijder gelene kadar Umut-Burak ikilisi, bilhassa da Umut'un bir sezonda atılabilecek gol sayısına yarım sezonda ulaşarak Galatasaray'a katkı sağlaması, Sarı-Kırmızılılar'ı ligin ilk yarısında zirveye taşıdı.

Kadrodaki asıl sıkıntı esasında Fatih Terim döneminde başladı. Takıma Sneijder gibi dünyada sayısı oldukça azalan saf bir oyun kurucunun eklenmesi, aynı zamanda Drogba ile Burak'ın yan yana oynama zorunluluğu Galatasaray'ı farklı bir şablon oynamaya itti. Ama işin temelinde yine çift forvetli sistemin bulunması Galatasaray'ı bir şekilde başarıya ulaştırdı.

Galatasaray tek forvet oynamaz mı, elinde o sistemde başarılı olacak özelliklere sahip bir oyuncu varsa oynayabilir. Ancak takımda Burak Yılmaz gibi bir oyuncunun olması ve malum yabancı sınırı bazı şeyleri oldukça zorlaştırıyor. Terim sonrası Mancini döneminde de İtalyan'ın şansı takımda Drogba'nın olmasıydı. Her ne kadar Drogba'yı tek forvet olarak nadiren denese de; Türkiye standartlarında Burak ile Drogba'nın yan yana oynaması belli avantajlar şüphesiz ki sağlıyordu.

Lafı fazla uzatmadan Prandelli dönemine gelelim.

Prandelli'nin elinde oynatmak zorunda olduğu bir Drogba yoktu. Buna ek olarak Sneijder de muhteşem bir sezon geçirmişti. Elinde de Burak gibi son yıllarda ligi attığı gollerle domine etmiş bir forvet vardı. Ancak Burak, tek forvet oynamaya uygun bir oyuncu değildi. Özellikleri itibariyle bunu başarması oldukça zordu. Fakat İtalyan hoca bütün bir hazırlık dönemini 4-2-3-1 deneyerek geçirdi. Hazırlık maçlarının hemen hepsinde Galatasaray'ın ortak bir sıkıntısı vardı: Pozisyona girememek.

Çarşamba'nın gelişi salıdan bellidir derler ya hani; öyle bir durum söz konusuydu. Burak'lı tek forvetin işlemediğini ve kısıtlı yetenekleriyle maksimum fayda verebilecek Umut gerçeğini yoksaydı Prandelli. Bu sezon Galatasaray'ın az biraz mücadele edip, etkili oynadığı maçları izleyin. İstisnasız hepsinde Umut Bulut'un parmağı vardır. Galatasaray hücumda ne zaman rakip savunmayı karıştırıyor, oyunun hakimiyetini eline alıyor ve keyif veren bir futbol oynuyor; hepsinde Umut Bulut ve çift forvet gerçeği gün yüzüne çıkıyor. Fatih Terim gibi inatçı bir teknik direktör dahi işler iyi gitmeyince bu inadını kırıp, takımını eldeki malzeme de uygun olduğu için, çift forvete döndü. Prandelli de bunu yapabilir. Çünkü önünde somut örnekler var. Yeni gelen bir teknik direktör olarak ülkedeki futbol iklimine alışmakta zorluk çekebilirsiniz ancak birlitke çalıştığınız takımı tanımanız zaruridir. Prandelli'nin de önce bunu başarması ve takımıyla ilgili bazı gerçekleri görmesi gerekiyor. Gerisi ise kolay.