17 Mart 2013 Pazar

Kayserispor: 1-3 :Galatasaray



Galatasaray doğru sistemi aslında daha önceden bulmuştu fakat oyuncuların yerleşimi konusunda yapılan hatalar sistemin doğru işlemesine engel oluyordu. Arena'daki Schalke maçından Fatih Terim'in çıkardığı en büyük ders bu oldu işte. Galatasaray'daki eksiği çok iyi analiz etti ve gerekli hamleyi yaparak arzulanan futbolun oynanmasını sağladı. Böylece Galatasaray, hem Schalke'yi Almanya'da devirip Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale kaldı hem de zor gibi gözüken Kayseri deplasmanından elini kolunu sallayarak galip ayrıldı.

Daha önceki yazılarımdan birinde Galatasaray'ın net bir sistemi olmadığından bahsetmiştim. Artık bu cümleyi değiştirmenin vakti geldi. Sezonun sonuna doğru olsa da, Fatih Terim doğru sistemi buldu. Galatasaray artık; 4-1-2-1-2 sistemi ile sahada yer alıyor böylece Hem Burak, Hem Drogba hem de Sneijder aynı anda sahada yer alıp, verimli şekilde oynayabiliyor. Savunmanın önünde Melo adeta bir çapa görevi görüyor. Yeri geliyor hırsı ve mücadelesi ile rakiplere geçit vermiyor; yeri geliyor hücuma katılıp gollere katkıda bulunuyor. Onun hemen önünde sağ iç gibi Hamit, sol iç gibi de Selçuk oynuyor (Selçuk'un oynadığı bu yere birazdan tekrar değineceğiz). Bu isimlerin önünde Sneijder, Hollandalı'nın önünde ise Drogba ile Burak yer alıyor.

Fatih Terim önceleri Sneijder'i sola yakın oynatıp, Selçuk'u göbekte tutuyordu zira elimizde bu sistemde sol tarafta oynayabilecek bir oyuncu bulamıyordu (bulsa da kimi kesecekti). Hoca, bu sebepten Sneijder'i sola yakın oynatma konusunda ısrarcı bir tutum sergiledi fakat beklediği verimi alamadı.

İlk Schalke maçının ardından hepimiz, bir sistem bulup ikinci maça kadar bu sistemin işler hale gelmesi gerektiğini savunduk ama bir şekilde bu başarılamadı. Fatih Terim, ligde deneyip Schalke maçına kadar hazır hale getirmesi gereken sistemi direkt olarak Almanya'daki maçta denedi. Bu çok büyük bir riskti. Tutarsa; Galatasaray birçok problemi çözecekti ancak tutmaz ve aksar ise Galatasaray ciddi bir sıkıntı içine girecekti. Hoca, yapısı gereği risk almayı sever. Belki de onu diğerlerinden ayıran en büyük özellik de budur. Genelde de aldığı risklerden alnının akıyla çıkar. Yine aynısı oldu ve hoca bir kez daha başardı.

Fatih Terim'in yaptığı bu değişikliğin başarıya ulaşmasındaki kilit faktör Selçuk İnan. Selçuk, bu değişiklikten sonra sağ ayaklı olmasına rağmen sol iç gibi oynuyor ve yeri geliyor sol açıkta ataklara destek veriyor (Kayseri'ye attığımız ilk golü hafızamızda canlandıralım. Drogba'nın açtığı ortada Selçuk'un sol kanattan içeriye doğdu katederken topla buluşması ve Sneijder'e asist yapması tesadüf değildi). Bunun bir benzerini Arena'daki Schalke maçında gördük aslında. O maçta sol kanada yakın oynayan Sneijder, Schalkeli oyuncuya pres yaparak topu kazanmış ve şu an kendisinin oynadığı yerde oynayan Selçuk'a pasını aktarmış, Selçuk da bu pas sonucu Burak'a asist yapmıştı. Hollandalı orada oynarken de verimli oluyordu fakat istenilen seviyede değildi ve süreklilik yoktu ayrıca işin defansif kısmında da sorunlar oluyordu. Selçuk ile Sneijder'in yer değiştirmesi, işte bu sebepten dolayı, basit bir değişiklik olarak görülmemeli.

Bu sistemde bek oyuncularına da büyük bir iş düşecek. Hem Riera hem de Eboue, birer kanat oyuncusu gibi ileriye çıkıp, gelmek durumundalar. Bu iki oyuncu da, söylediğim şeyi hem Schalke hem de Kayserispor maçları özelinde çok iyi uyguladı. Kayseri maçında kafamı biraz olsun karıştıran şey; Hamit çıktıktan sonra yerine Sabri'nin girmesiydi. İşin hücum kısmında Sabri etkili olacaktır hem hızı hem de dinamizmiyle fakat işin savunma kısmında aynı katkıyı verebilir mi, o konuda biraz şüphelerim var. Açıkçası Hamit sakatlandıktan sonra Yekta'nın gireceğini tahmin etmiştim, yanıldım. Sabri, kanata yaklaşıp oradan etkili olmak isterken oldukça faydalıydı ama orta sahada tek top oynayıp ileri çıkarken ya da adam eksiltirken aynı verimlilikte değildi.

Melo'nun aramıza geç de olsa yeniden dönmüş olması oldukça sevindirici. Son iki maçtır geçen seneki Melo'dan esintiler sunuyor bizlere. Bilhassa Schalke maçında, duran toplarda, savunmanın sibobu gibiydi. Ceza alanına gelen ortalarda ilk topu hep o karşıladı. Bu, geçen seneden oldukça aşina olduğumuz bir durumdu. Benim asıl beklediğimse hücumda yapacağı katkıydı. Bugünkü maçta da bunu layıkıyla yaptı. Burak'a yapmış olduğu asistte dikine oynayıp adam eksiltmesi ve final pasını Burak'a tam zamanında ve ayağa aktarması muazzamdı. Bu pozisyon bana Kadıköy'de şampiyon olduğumuz maçta Elmander'in sakatlandığı pozisyonu hatırlattı. Melo, bahsettiğim pozisyonda da topu orta sahadan alıp dikine oynamış ve Elmander'i kaçırmıştı. Elmander ise rakibin kendisini rahatsız etmesi üzerine topu auta yollamıştı.

Galatasaray, doğru sistemi bularak oyunculardan maksimum fayda sağlamaya başladı. Bu, gelecek adına oldukça iyi bir haber. Bu şekilde devam ettiği müddetçe, bilhassa ligde, Galatasaray kolay kolay puan kaybetmez ve birçok maçı bugünkü kadar rahat geçer.



13 Mart 2013 Çarşamba

Ben kenardaki adama olan inancımı hiç kaybetmedim ki



Mazoşist değilim ama Galatasaray'ı kaybettiğinde daha fazla sahipleniyorum sanırım. İşler iyi giderken herkes en büyük Galatasaraylı, herkes en büyük Fatih Terim'ci. Ne zaman ki işler biraz sarpa sarıyor, birden bu insanlar da yok oluyor. Galatasaray, yalnız ve desteğe muhtaç bir insan gibi gözüküyor gözüme böyle durumlarda. ''İyi gün dostları'' da olmadığı için sana özelmiş gibi hissediyorsun Galatasaray'ı.

Cuma günü bir Gençlerbirliği maçı oynadık. Çoğu insan hep bu anı bekliyormuşcasına takıma yüklendi, Hoca'ya acımasızca saldırdı. Gizlemeyeceğim; ben de yıkıldım o gün. Ama takımın adı Galatasaray, teknik direktör de Fatih Terim iken umutsuz olunmazdı ki... Bunu hazmedemedim işte. Her şeyi hazmedebilirdim ama bunu asla. Galatasaray ''bitti'' demeden bitmeyeceğini, son dakikaya kadar mücadele edeceğini bilip de bilmezden gelen davranışlar sergileyenlere birinin Galatasaray'ı hatırlatması gerekiyordu. Neyse ki, azınlıkta da olsa, çevremde pozitif bakmayı bilen, Galatasaray'ı benim gibi gören ve anlayan insanlar var. Bu takıma ve özellikle de Fatih Terim'e olan inancımı hiçbir zaman kaybetmedim, kaybetmem de.

Geçen sezon kendi sahamızda 2-1 kaybettiğimiz Fenerbahçe maçından sonra da, cuma günü kaybettiğimiz Gençlerbirliği maçından sonra da hiçbir şekilde inancımı yitirmedim çünkü Galatasaray adının olduğu her yerde ''umut'', Fatih Terim'in olduğu her yerde de ''başarı'' olduğunu öğrenerek büyüdüm. Allah'a şükürler olsun ki ne bu takım, ne de Fatih Hoca beni yine yanıltmadı, haklı çıkardı ve çıkarmaya da devam edecek.

Biraz da saha içine dönelim.

Galatasaray maça harika hazırlanmış. İlk maçtan sonra yaptığım tenkitte, Galatasaray'ın rakibi iyi analiz ettiğini fakat kendisini iyi analiz edemediğini söylemiştim. İlk maçta da en çok korktuğum hadise Sneijder'in sol kanada yakın oynamasıydı. Nitekim gerçekleşti de. Atılan golde katkısı olmasına rağmen beklediğimiz gibi oynamamıştı. Dün akşam ise Fatih Terim, Sneijder'i olması gerektiği yerde oynattı, yani forvetlerin arkasında. Sol kanada yakın olarak da Selçuk'u oynattı. Sistem üzerinden değerlendirme yapmayı düşünmüyordum fakat hoca söyledi madem ben de yazayım; evet Galatasaray dün 4-1-3-2 taktiğiyle sahada yer aldı. Gerek 4-3-1-2 gerekse de 4-1-3-2 taktiğinde Galatasaray en büyük sıkıntıyı sol kanatta çekiyordu. Orada oynayacak doğru ismi bulması halinde Galatasaray birçok sorunu çözecekti.

Bu isim asla Sneijder değildi. İlk maçta ''kendimizi iyi analiz edemedik''ten kastım da buydu işte. Hoca, ikinci maçta bu sorunu da çözdü. Bu da Sneijder'in çok daha etkin olmasını sağladı. Selçuk için ise söyleyecek kelime gerçekten çok az. Her bakımdan muazzam bir oyuncu.

Selçuk sol kanada yakın oynadığından, orta sahadan top alıp, oyunu kuracak ikinci bir isme ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı Melo ve Hamit giderdi. Sanırım bu noktada Melo'ya artı bir parantez açmak lazım, Gelsenkirchen'deki maçta geçen seneki Melo'dan kesitler izledik adeta. Melo, kendinde geçen seneki gücü bulamadığı için çok fazla sorumluluk almıyordu saha içerisinde ve hamle zamanlamaları da bu sebepten yanlış oluyordu ama dünkü Melo, top ayağına geldiği zaman dikine oynayıp adam eksiltti; top rakipteyken de yapmış olduğu başarılı müdahaleler ile rakibine ''bizi geçmek o kadar kolay değil'' mesajını verdi. Buna ek olarak da duran toplardaki ilk topu karşılayıp, tehlikeyi savuşturma görevini yine layıkıyla yaptı. Melo'nun bu performansı çok önemliydi zira Galatasaray'ın orta saha zafiyeti çekmesinde Melo'nun hazır olmayışı önemli bir etkendi.

Galatasaray'ın pozisyon yokken gol yemesi bir ritüel halini aldı. Dün de buna benzer bir gol ile mağlup duruma düşmek oyuncuları şüphesiz ki etkiledi. O gol gelene kadar şahane bir Galatasaray vardı sahada. O gol ile Hamit'in attığı gol arasında geçen sürede bir ''sersemleme'' halini yaşadı oyuncular. Hamit'in golü ise bu anlamda çok önemliydi. Galatasaraylı oyuncuları bu ruh halinden kurtardı ve Galatasaray yeniden istediği oyunu oynamaya başladı.

İkinci yarıda Fatih Terim'in oyuncu değişikliği yapmaması çok kritikti zira kendisinin de söylediği gibi yapacağı hamle oyuncuları tarafından yanlış şekilde algılanabilirdi ve Galatasaray, ister istemez geriye yaslanabilirdi.

İlk yarı ile ikinci yarı arasındaki bariz farkın oluşma sebebi iki kritik oyuncunun maç kondisyonu olarak aşağı seviyelerde olmasından kaynaklanıyordu. Bu oyunculardan ilki Drogba, ikincisi ise Sneijder'di. Takıma katılmalarından yana uzun bir süre geçmiş olsa da, tam olarak hazır olduklarını söylemek hata. Nitekim, Amrabat'ın girişi ile beraber Galatasaray hücuma daha fazla çıkmaya başladı. Bu anlamda Burak ile ilgili birkaç şey de söylemek istiyorum. Burak hücumda çok komple bir oyuncu yalnız iki tane eksiği var. Birincisi tabiki ofsayta düşme durumu. Geneli baz alırsak dün bu anlamda biraz daha iyidi. İkinci konu ise Burak'ın ayağında top tutamaması ve topu anında kaybetmesi. Bu hem Burak hem de Galatasaray açısından çok önemli bir konu. Bu anlamda Drogba'nın varlığı Burak için çok büyük şans. Sırtı dönük oyuna dair ve top saklama konusunda Drogba'dan öğrenecek çok şeyi var ''Kral''ın. Oyunun kritik anlarında Burak bir ya da iki kez ayağında topu tutup faul aldı ama bu sayı oldukça yetersiz. Drogba, gücü yettiği müddetçe bu işleri iyi yaptı fakat o da tam olarak hazır olmadığı için bir yerden sonra etkisiz kalmaya başladı.

Galatasaray'ın maçta göze çarpan en belirgin özelliklerinden biri de kontra atağa düzgün çıkamayaşıydı. Kontra atağa çıkmak da oldukça büyük bir meziyet. Galatasaray eğer dün kontra atağa düzgün bir şekilde çıkabilse maç çok daha erkenden kopacaktı ve Schalke, Galatasaray üzerinde bu denli büyük bir baskı kuramayacaktı. Galatasaray belki de sadece bir kez organize şekilde kontra atağa çıktı. Muslera ile başlayıp, Selçuk ile devam edip, Umut ile sonlanan atak kalecilerin de bu oyunun ne kadar önemli bir parçası olduğunu anlamamız açısından oldukça değerliydi.

Dediğim gibi, inancımı hiçbir zaman kaybetmedim. O en büyük kupa, er ya da geç, Fatih Terim önderliğinde bu ülkeye gelecek. Bize düşen görev ise sabırla o günü beklemek.

Gerçekleri tarih yazar, tarihi de Galatasaray.


8 Mart 2013 Cuma

Başarılı bir kadın portresi: Simge Fıstıkoğlu




Simge Fıstıkoğlu... Aslında hepimiz onu, Habertürk'te yapmış olduğu spor müdürlüğü ile tanıdık. Gelin kabul edelim; biraz şaşırmıştık. Zira, daha önce böyle bir görevde bir kadının olması alışılagelmiş bir durum değildi. O, azmiyle ve başarısı ile ön yargıları kırdı. Şu an saygı duyulan ve başarılı bir programcı.  Kendisiyle, başta Galatasaray olmaz üzere, pek çok konu hakkında konuştuk. Bize, çok içten ve sıcak davrandı. Belki de röportajı, bizim açımızdan, bu denli güzelleştiren de bu oldu. Kendisine bize vakit ayırdığı için bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Özel Not: Beni az çok tanıyan herkes nasıl bir Fatih Terim hayranı olduğumu bilir. Röportaj esnasında konu Fatih Terim'e geldi ve röportajı yaptığım arkadaşım, Ece, benim bu sevgimden Simge Hanım'a bahsetti. Kendisi de çok büyük bir jest yaparak yanımda Fatih Terim'i aradı ve benden bahsetti. Bu, benim için çok özel ve gerçekten de muazzam bir andı. Hayatım boyunca unutmayacağım diyebilirim. Bu sebepten, Simge Fıstıkoğlu'na özel bir teşekkürü borç bilirim. Beni o gün dünyanın en mutlu insanı yaptı. Sağolsun, varolsun :)

İyi okumalar.

2006 yılında Murat Ongun’a iş başvurusunda bulunmuşsunuz ve hemen kabul edilmişsiniz. Bu süreç nasıl oldu, deneyimsiz olmanız risk değil miydi?
Hem Habertürk televizyonu açısından hem Murat Ongun açısından hem de benim açımdan çok büyük bir riskti. Çünkü ben o gün ilk yayınımda çok büyük bir hata yapabilirdim ve bu benim kariyerimin başlamadan bitmesi anlamına gelirdi Ongun’a da birileri dönüp “ya sen deli misin bu kadar tecrübesiz biri işe alınır mı?” diyebilirdi. Dolayısıyla bir riskti. Nasıl oldu? Ben sosyoloji okudum, mezun olduktan sonra bir dekorasyon dergisinde stil editörlüğü yaptım. Altıncı ayın sonunda yönetim değişti ve benim de aslında içimde kariyer değişikliği yapma isteği vardı. Ben Habertürk’e iş görüşmesine, ‘’ben bu işi nasıl öğrenirim, ne yapmam lazım’’ diye gittiğimde anlattım kendimi. Haber yazmayı öğrenmek istiyorum, muhabirlik yapmak istiyorum, röportaj yapmak istiyorum diye gittim. Sporla ilgileniyor musun diye sordu, çok ilgili olduğumu söyledim. Zaten ailede bir televizyoncu var ablam spiker. Dolayısıyla haber nasıl okunur, perfore nedir, KJ nedir, seslendirme nasıl yapılır az çok biliyordum. Ondan alaylıydım yani, onun tecrübelerinden dolayı. Ongun’a kendimi anlattım, ‘’iletişimin kuvvetli, diksiyonun düzgün, eğitimin bunu yapmaya müsait sadece deneyimin yok, gel başla kazanırsın zamanla’’ dedi. Hakikaten ilk günden beni denize attı bende yüzmeyi öğrendim.

 Erkeklerin egemen olduğu bir sektördesiniz adapte olmak zor oldu mu?   
 Adapte olmakta çok zorlanmadım. Ben zaten insanları kadın erkek diye ayırmam, sadece insan olarak kabul ederim. Şöyle zorlukları oldu tabi ki, spor servisinin kalabalık olduğu dönemlerde 12 erkeğin yanında tek kız olduğunuz zamanlarda küfüre karşı artık bağışıklık kazanıp normal karşılamaya başladım. Profesyonel deformasyon bu galiba.  Spor servisi gibi adrenalinin yüksek olduğu birimlerde heyecanlı ve agresif olabiliyorlar ama ben zaten çok soğukkanlı olduğum için bunlara çok çabuk alıştım. Hatta şunu söylüyorum belki 12 kadın olsaydık bu kadar rahat edemezdim. Ama ben tek olduğum için onlar da bana ihtimam gösterdiler.

 Peki onlar şaşırmadı mı? Çünkü genelde kadın anlamaz düşüncesi var.
Hayır olmadı. Çünkü bu sizin onlara nasıl yaklaştığınız, kendinizi nasıl anlattığınızla alakalı. Önyargıyla çok karşılaştım mesleğim boyunca, hala karşılaşıyorum. Maalesef bunu ben söylüyor olmak istemem ama herkes söylediği için biraz daha rahat kurabiliyorum bu cümleyi; güzel kadın olmanın böyle bir dezavantajı vardır. Ben kendimi güzel bulduğum ya da kendimi böyle tanıttığım için değil ama insanlar, güzel bir kadınsa önce bir önyargıyla bakar. Gerçekten yetenekli olup olmadığını zamanla kanıtlaman gerekir. Bu anlamda çok önyargıyla karşılaştım ama sadece kadın olduğum için onlar bana hiçbir zaman kabaca bir şey yapmadılar.

 Uzun süre spor müdürlüğü yaptıktan sonra Habertürk’ten ayrılıp biraz daha farklı programlar yaptınız. Şimdi tekrar Habertürk’tesiniz.
Evet, o dönem bir değişiklik yapma isteği doğdu içime ve Habertürk’ten ayrıldım. Sonra da geri dönmek istediğimi anladım ve geri döndüm. Tam bir yuvaya dönüş oldu aslında. Ben hiç beklemiyordum, aslında ayrılacağımı da hiç düşünmüyordum. Hayatın getirdiği bir süreç oldu benim için. Geri dönmeyi hiç beklemiyordum. O da hakikaten hayatın getirdiği bir süreç oldu ve çok enteresan, o zaman A Haber’de çalışıyordum, haksızlık edemem hiç kimseyle en ufak bir problemim yoktu bana çok kıymetli hissettirdi orada çalıştığım herkes. Habertürk’ten telefon geldi biz senin geri dönmeni istiyoruz, gelir misin dediler. Ben de hiç düşünmeden evet dedim. Demek ki burada bitmemiş bir şey var dedim ve geri döndüm.

 Ve ‘’Burası Haftasonu’’ isimli sabah programı ile Habertürk ekranlarındasınız.
Takip edilen bir program oldu, içeriği oturdu. Bir ekibin bile oturması birkaç ay alıyor, daha önce beraber çalışmamış bir ekibiz zira. Ben çok keyif alıyorum programdan. Çünkü ben sabahları iyi uyanırım, ne kadar kötü yatarsam yatayım genelde enerjim yüksek olur. Sabah enerjisine de uyduğumu düşünüyorum. Üç saat olması sebebiyle içeriğimiz çok zengin; sağlık, edebiyat, sinema, moda, spor, müzik her şey var. Canlı yayını zaten çok seviyorum. Bana inanılmaz bir haz veriyor. Dolayısıyla insanların güne yeni yeni uyandığı, acaba ne yapsak diye düşündüğü saatlerde onlara bir fikir vermek bana çok iyi geliyor. Seviyorum ben ‘’Burası Haftasonu’’nu.

Bundan sonraki planlarınız arasında spor programcılığına geri dönmek var mı?
Spora geri dönmem diye düşünüyorum ama büyük konuşmamak lazım. Çünkü benim hayatım ve kariyerim hep sürprizlerle doludur. Zaten spor, yaptığım işin bir parçası. ‘’Geri dönmem’’ diyemem o yüzden. Spor gündemini takip ediyorum, maçlara gidiyorum. Dolayısıyla sadece spor yayıncılığı yapar mıyım bilmiyorum. Ama spor zaten işimin bir parçası dediğim gibi. Bundan sonrası için bir planım açıkçası net olarak yok. Ben sadece iyi bir programcı olabilmek istiyorum. Bazı televizyoncuların gönlünde ana haber sunmak yatar, benim haber sunmak değil iyi bir programcı olabilmek ve insanlara faydası dokunan programlar yapabilmek.

Şu an beğendiğiniz spikerler, programcılar kimler?
Beğendiğim spor programcıları var. İlk olarak Rıdvan Hocayı söylemem lazım. Güntekin Onay ve Rıdvan Dilmen bence şuan en iyi ikili. Melih Gümüşbıçak’ın maç anlatımlarını çok severim, Ercan Taner’in kendine has bir tarzı olduğunu düşünüyorum. Genel olarak programcılara baktığımda, Seda Sayan’ın ben çok başarılı bir televizyoncu olduğunu düşünüyorum. Mesela çok enteresan gelişimine çok hayranım Müge Anlı, magazin basınından bu noktaya gelişi bence çok takdir edilesi. NTV’de Buket Aydın var, Cüneyt Özdemir’in programcılığını seviyorum. Ama ben futbolun sadece konuşulduğu programlardan sıkıldım galiba. Arşivsel içerik taşıyan programlar daha çok hoşuma gidiyor. Görüntü benim için biraz daha kıymetli hale geldi, görsel olarak desteklenmiş işler artık daha çok beğeniyorum.

Ümit Özat ile yaşadığınız tartışma çok tartışıldı. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?
Ben çok şaşırdım. Altı yıl boyunca Habertürk’te yüzlerce program yaptım. Canlı yayınlarım da oldu, bant röportajlarım da oldu. Canlı yayınlarımda çok önemli isimleri ağırladım. Yani, Oğuz Çetin’den Fatih Terim’e Şenol Güneş’ten Ertuğrul Sağlam’a kadar Türkiye’de hakikaten önemli futbol adamları desek ilk 10 a girecek isimlerin belki en az yedi, sekiz tanesiyle röportaj yaptım. Kulüp başkanlarından Özhan Canaydın’la, TFF Başkanı Haluk Ulusoy’la, Levent Bıçakçı ile röportaj yaptım. Yani isimlerini hakikaten hatırlayamıyorum. Hepsi bana ‘’siz’’ diye hitap etti, hiçbiri bana “bir kadın” gibi şeyler demedi. Üstelik bir canlı yayında böyle bir tepki hiç görmedim. O da o kişiyle alakalı bir durum, şanslıyım canlı yayındaydık. Dolayısıyla herkes gördü neyin ne olduğunu. Fikrine gelirsek, herkesin fikrine katılmak zorunda değilim. ‘’Kadınlar futboldan anlamaz, erkek kadar anlamaz’’ gibi istediği cümleleri kurabilir. Bir noktaya kadar anlamaya çalışırım, diyorum ya anlayıp anlamam da önemli değil. O onu bağlar, ama tarz, üslup hayatım boyunca önemsediğim bir konu oldu.  Bir yayıncı olduğum için hiçbir zaman yanımdaki konuğa terbiyesizlik etmemeye çalıştım. Hepsine siz diye hitap etmeye çalıştım. Onlar sen demedikçe hepsine siz dedim. Dolayısıyla benim siz dediğim bir kişi bana sen dediği noktada ben o tepkiyi gösterdim.

 Bu olayın popülaritenize değer kattığını düşünüyor musunuz?
Hayır. Açıkçası en azından medyada bu konunun tartışılması şerrin içindeki hayır oldu. Bilinen ama konuşulmayan bir konuydu ve konuşulur hale geldi. Ana haber bültenlerinde bile konuşuldu. Ben hiç almadığım kadar yayınlara davet aldım. Fakat sadece bir gazete ve bir televizyona röportaj verme kararı almıştım. Dolayısıyla sadece bir gazeteye röportaj verdim ve bir canlı yayına katıldım. Asla da muhatapla bir araya gelmedim. Çünkü artık o işin bana getireceği hiçbir katkı da yoktu. Aslında çok ısrarlı aramalara maruz kaldım. Gece saat 01.00 da telefonum çaldı; ‘’bu yayına bağlanmak zorundasın, bak bağlan senin için neler diyor’’ dediler. Hayır, dediğim gibi bu olayın bana bir getirisi olamaz. Tartışılması adına bir adım atıldığı için sadece iyi oldu diyebilirim. 

 Galatasaraylı olduğunuzu biliyoruz, ailenizden gelen bir gelenek mi?
Benim annem Fenerbahçeli, babam Galatasaraylı. Herhalde küçük kız çocuklarının babalarına duyduğu ilgiden dolayı Galatasaraylı oldum. 

Maçlara sık gider misiniz?
Kombinem yok, stat açıldığında (Türk Telekom Arena’yı kastediyor) çok istiyordum. Stadın açıldığı dönem spor müdürlüğüne devam ediyordum ve daha tarafsız durabilmek için kombine almadım ve maçları basın tribününden izlemeye özen gösteriyordum. Neticede kombine almak tarafını daha çok belli etmek demekti. Ama şimdi çok istiyorum. Aslında ben her maça gitmeyi çok seviyorum, ben Fenerbahçe maçına da defalarca gittim. Hatta Fenerbahçe’ye uğurluyum. (Bu esnada kendisine ‘’umarım artık Fenerbahçe’nin maçlarını statta izlemezsiniz dedim gülerek, o da gülerek karşılık verdi.)  Ben maç seyretmeyi seviyorum, o atmosferi seviyorum. Çoğu zaman tribünleri izliyorum insanlar ne yapıyor diye. Acayip bir haz veriyor bana.

Ali Sami Yen’den Arena’ya geçiş oldu. Yeni Stat hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ali Sami Yen çok özel bir stattı. Şehrin ortasında, çok kompakt, o ıslıkların, tezahüratların sahaya bir insanmış gibi indiği bir yerdi. Türk Telekom’un benim kariyerim açısından çok özel bir yeri var, açılışında ben sunuculuk yaptım. Dolayısıyla o stadında gönlümdeki yeri ayrıdır. Şık bir stat oldu, eksikleri hala var. Çevresi biraz daha güzelleşse daha güzel olacak.

Arena’nın açılışında Ali Kırca ile beraber sunuculuk yaptınız. Neler hissettiniz?
Ben çok heyecanlandım. Çok özel ve çok prestijli bir görevdi benim için. Hakikaten insana ömründe bir kere nasip olacak bir şeydi. Hem Galatasaray kulübünün bunu lütfetmesi hem de Ali Kırca ile o sahneyi paylaşmak benim için çok özeldi.
Galatasaray’ın şu an bulunduğu durum hakkında neler söylemek istersiniz?
  Ben Drogba’dan sonra Galatasaray’ın çok havaya gireceğini düşünüyorum. Umarım bu durum özellikle ligde olumsuz sonuç doğurmaz. Ama geçen hafta Burak Yılmaz’ı izledik hiç formayı kaptıracak gibi değil. Burak Yılmaz benim sürekli olumlu ve olumsuz olarak gidip geldiğim bir oyuncu. Performansını beğeniyorum ama tavrı, agresifliği bazen yapma bunu dedirtiyor bana. Ama şu an da fizik performansının en üst noktasında. Drogba’ya karşı kendini böyle üst bir seviyede tutabilmesi çok önemli. Fatih Terim zaten çok büyük bir avantaj Galatasaray için. Ben hep şunu söylüyorum, bu halimle Galatasaray takımına girsem Fatih Hoca’nın motivasyonuyla ben bile biraz oynarım. O soyunma odasındaki performansıyla canımı dişime takar koşarım. Şampiyonlar Ligi’nde herkes kendini olduğundan daha iyi göstermeye çalışacak. İnşallah bu ligi olumsuz etkilemez. Ama ben son haftalara doğru makasın daralacağını düşünüyorum.

Fatih Terim için neler söylemek istersiniz?
 Bence Fatih Terim Türk futbolu için bir efsane.  Bunun hakkını teslim etmek lazım. Bunun hakkını teslim etmeyen de zaten başka sebeplerden ötürü bunu söyler.  Ya Fatih Terim’i kişisel olarak sevmiyordur ya da Galatasaray’ı kişisel olarak hiç sevmiyordur. Benim ilk röportaj yaptığım isimdir. Bir gün bir vesileyle birkaç gazeteci onun yanındaydık, benden daha deneyimli gazeteciler hocam ben ilk röportajımı sizinle yaptım dediler. Fatih Hoca da bana dönüp; ‘’bak görüyor musun bunların hepsi adam olmuş, rahat ol senin önün açık’’ dedi. Yani çok severim Fatih Terim’i, çok özel biri olduğunu düşünüyorum. Zor yönleri var mı; evet var ama onu o yapan özellikler bunlar. Fatih Terim’in düşündüğünü söylemesi bir sürü insan tarafından sevilmemesine yol açıyor. Ama ben onu bu yönüyle daha çok seviyorum.

Bu sektöre yönelmek isteyenlere ne tavsiye edersiniz?
 Birincisi, gerçekten bunu isteyip istemediklerine emin olsunlar. Çünkü bu iş uzaktan bakıldığında çok eğlenceli, çok renkli. Ben hep şunu söylüyorum, ben dokuzda işe başlayıp altıda işten çıkayım, öğle yemeğinde bir saat vaktim olsun, hafta sonu da iki gün tatilim olsun, yılbaşı, bayram tatilim olsun diyorsanız televizyondan, medyadan uzak durun. Çünkü sabah dokuzda girersiniz, akşam kaçta çıkacağınız belli olmaz. Ben Avrupa Şampiyonası boyunca 42 gün izinsiz çalıştım ve bu binada uyudum. Çünkü sabah sekizde ilk yayınımı yapıyordum, gece birde de son yayınımı. Dolayısıyla gerçekten bu işi istiyorlar mı, yani sefasıyla cefasıyla buna razılar mı bunu düşünsünler. Bunu da staj yaparak öğrenebilirler. Bunu gerçekten istediklerine eminlerse, yılmasınlar. Çünkü talep çok arz az, dolayısıyla kıyasıya bir rekabet var. Gerçekten bunu istiyorlarsa o kapıları birazcık aşındırsınlar, bundan hiç çekinmesinler. Bıkmadan, yılmadan istediğiniz yere haftada bir mail atın. Bir süre sonra hiç olmazsa ‘’kim bu?’’ diye merak ederler. Bir yerde birini görürseniz televizyoncu, gazeteci gidip tanışın. Yani bunlardan çekinmeyin. Çünkü bu işe giren herkes aşağı yukarı böyle giriyor. Zaten bu işi isteyip istemediğinizi yönetici ilk görüşmede anlıyor. Dolayısıyla kapı aşındırmaktan çekinmeyin.