21 Kasım 2014 Cuma

Prandelli doğruyu bulur mu?

3 sene önceye dönelim.

Fatih Terim önderliğinde yeniden yapılanan, kadrosunu hemen hemen baştan oluştup sezona başlayan Galatasaray; skora gitse de oynadığı futbolla çok fazla umut vermiyordu. İşler öyle bir raddeye gelmişti ki; hem takımı hareketlendirip, hem de taraftarı gaza getirecek ufak dokunuşlara ihtiyaç vardı. Galatasaray'ın elinde forvet oynayabilecek isimler şunlardı: Johan Elmander, Milan Baros, Sercan Yıldırım. Bir de ihtiyaç halinde kullanılabilecek Colin Kazım... Buna rağmen hücumcu anlayışın en büyük savunucusu ve uygulatıcısı Fatih Terim, takımı ısrarla tek forvetle sahaya sürüyordu. Hem de çift forvete döndüğü maçlarda takımın daha iştahlı, daha pozitif bir oyun oynadığı aşikarken... O dönem oluşan ortamı çok net hatırlıyorum. Galatasaray'ın çift forvet oynaması gerektiğine yönelik baskılar dört bir yandan artarak geliyordu. Kırılma anı muhtemelen üst üste oynanan Mersin ve Beşiktaş maçlarında alınan 0-0'lık beraberlikler oldu. Bilhassa İnönü'de oynanan maçta Galatasaray'ın Beşiktaş'a karşı hiç olmadığı kadar aciz kalması, Türk futbolseverlerin Muslera ile tanışmasını sağlarken; Galatasaray'ı da bambaşka bir yola itiyordu. Ligin 12. haftasına kadar tek forvetli sistemden vazgeçmeyen Fatih Terim, derbiden bir sonraki hafta Arena'da oynanan Sivasspor maçında takımı sahaya çift forvetle sürmüştü. Biraz zorlanmasına rağmen rakibini 2-1 mağlup eden Galatasaray, o maçla birlikte üst üste 9 maç kazanarak kulüp rekorunu egale etti. Çift forvet oynarken ortaya çıkan iştah ve skoru kolay elde etme, taraftarı olduğu kadar oyuncuları da gaza getirerek ortaya izlemesi müthiş keyifli bir takımın çıkmasına vesile oluyordu. O dönem takımda 10 numara özellikli bir oyuncunun bulunmaması da bu sistemi işler kılmıştı. Kanatlarda Engin ve Emre Çolak gibi merkez orta saha özellikleri çok kuvvetli iki adamın yer alması, Galatasaray'ı merkezde çok kuvvetli bir takım haline getirmişti. Engin ve Emre'nin mücadele gücü yüksek oyuncular olması da orta sahada oluşabilecek olası az adamla rakibi karşılama ihtimalini de ortadan kaldırdı. Nitekim sezon sonunda yıllarca konuşulacak bir şampiyonluk elde etti o takım. Hem de ligdeki bütün rakipleri sadece aldığı skorlarla değil, oynadığı futbolla da ezerek.

Bir sonraki sene hasar tespiti yapılıp, birden çok takviye ile sezona girdi Galatasaray. Takımda halihazırda bulunan forvetlere bir de Umut Bulut eklenmişti. Elde dört forvet vardı ve yine salt bir oyun kurucu yoktu. Dolayısıyla şartlar Galatasaray'ı bir kez daha çift forvet oynamaya itiyordu. Oynanan oyunun geçen seneden farklı olmasının temel sebebiyse; kanatlardaki Engin ve Emre'nin yerini Hamit ile Amrabat'ın alması olmuştu. Hamit her ne kadar merkez orta saha özellikli bir oyuncu olsa da; Amrabat'ın sadece hücumu düşünen bir oyuncu olması ve savunma yönünün zayıflığı, orta sahaya kaymaları başaramayışı Galatasaray'ı zora sokuyordu. Ancak Drogba ve Sneijder gelene kadar Umut-Burak ikilisi, bilhassa da Umut'un bir sezonda atılabilecek gol sayısına yarım sezonda ulaşarak Galatasaray'a katkı sağlaması, Sarı-Kırmızılılar'ı ligin ilk yarısında zirveye taşıdı.

Kadrodaki asıl sıkıntı esasında Fatih Terim döneminde başladı. Takıma Sneijder gibi dünyada sayısı oldukça azalan saf bir oyun kurucunun eklenmesi, aynı zamanda Drogba ile Burak'ın yan yana oynama zorunluluğu Galatasaray'ı farklı bir şablon oynamaya itti. Ama işin temelinde yine çift forvetli sistemin bulunması Galatasaray'ı bir şekilde başarıya ulaştırdı.

Galatasaray tek forvet oynamaz mı, elinde o sistemde başarılı olacak özelliklere sahip bir oyuncu varsa oynayabilir. Ancak takımda Burak Yılmaz gibi bir oyuncunun olması ve malum yabancı sınırı bazı şeyleri oldukça zorlaştırıyor. Terim sonrası Mancini döneminde de İtalyan'ın şansı takımda Drogba'nın olmasıydı. Her ne kadar Drogba'yı tek forvet olarak nadiren denese de; Türkiye standartlarında Burak ile Drogba'nın yan yana oynaması belli avantajlar şüphesiz ki sağlıyordu.

Lafı fazla uzatmadan Prandelli dönemine gelelim.

Prandelli'nin elinde oynatmak zorunda olduğu bir Drogba yoktu. Buna ek olarak Sneijder de muhteşem bir sezon geçirmişti. Elinde de Burak gibi son yıllarda ligi attığı gollerle domine etmiş bir forvet vardı. Ancak Burak, tek forvet oynamaya uygun bir oyuncu değildi. Özellikleri itibariyle bunu başarması oldukça zordu. Fakat İtalyan hoca bütün bir hazırlık dönemini 4-2-3-1 deneyerek geçirdi. Hazırlık maçlarının hemen hepsinde Galatasaray'ın ortak bir sıkıntısı vardı: Pozisyona girememek.

Çarşamba'nın gelişi salıdan bellidir derler ya hani; öyle bir durum söz konusuydu. Burak'lı tek forvetin işlemediğini ve kısıtlı yetenekleriyle maksimum fayda verebilecek Umut gerçeğini yoksaydı Prandelli. Bu sezon Galatasaray'ın az biraz mücadele edip, etkili oynadığı maçları izleyin. İstisnasız hepsinde Umut Bulut'un parmağı vardır. Galatasaray hücumda ne zaman rakip savunmayı karıştırıyor, oyunun hakimiyetini eline alıyor ve keyif veren bir futbol oynuyor; hepsinde Umut Bulut ve çift forvet gerçeği gün yüzüne çıkıyor. Fatih Terim gibi inatçı bir teknik direktör dahi işler iyi gitmeyince bu inadını kırıp, takımını eldeki malzeme de uygun olduğu için, çift forvete döndü. Prandelli de bunu yapabilir. Çünkü önünde somut örnekler var. Yeni gelen bir teknik direktör olarak ülkedeki futbol iklimine alışmakta zorluk çekebilirsiniz ancak birlitke çalıştığınız takımı tanımanız zaruridir. Prandelli'nin de önce bunu başarması ve takımıyla ilgili bazı gerçekleri görmesi gerekiyor. Gerisi ise kolay.


6 Haziran 2014 Cuma

İnanç



Gecenin bu vakti yazmak nereden aklıma geldi? Uzun süredir bloga uğramıyordum. Aklımdaydı fakat ihmal ediyordum. Esasında analiz ağırlıklı bir yazı yazmak için uygun zamanı bekliyordum fakat Twitter'dayken karşıma çıkan bir tweet bana bu yazıyı yazdırıyor şu an.

Belki futbol sezonu bitti fakat bildiğiniz gibi  Galatasaray bir spor kulübü. Ben de elimden geldiğince basketbolu da futbol kadar takip etmeye çalışıyorum. Malum bir final serisi oynuyoruz şu an Fenerbahçe ile ve bu gece aldığımız yıpratıcı mağlubiyetten sonra 2-0 geriye düştük. Yürek burkan, yaralayıcı bir mağlubiyet oldu. Bütün maçı ''galiba saha avantajını alacağız'' düşüncesiyle izleyip, son 20 saniyede maçı vermek insanı ister istemez gereğinden fazla üzüyor.

Maçın üzerinden yaklaşık beş buçuk saat geçmişken ve ben henüz bu yenilgiyi üzerimden atamamışken benim gibi bu mağlubiyeti kafaya taktığı çok belli olan bir isimle karşılaştım; Ergin Ataman. Geldiği günden beridir inanıyorum ve destekliyorum. Sağolsun güvenimizi boşa çıkartmadı. Tam umutlar yara almışken imdada yetişti ve şampiyonluk sözü verdi. Şampiyonluk yolu zaten zorluydu, serinin ikinci maçını bu şekilde kaybedince işler daha da zorlaştı, bilhassa psikolojik olarak. Eğer Galatasaray şampiyon olacaksa, Ülker Arena'dan galibiyet çıkarmak zorunda. Bu da doğal olarak kolay değil. Ancak Galatasaray bu sezon zoru defalarca başardı. Onca sakatlığa rağmen yılmadı, önce Euroleague'de gruptan çıkıp en iyi sekiz takım arasına kaldı, ardından da normal sezon lideri Banvit'i rakip sahada yenip saha avantajını ele geçirdi ve finale yükseldi.

Bu yazı burada dursun. Kaybolmaya yüz tutmuş olan inançları yeniden yeşerten adam oldu bu gece Ergin Ataman. Galatasaray'ın başarısını bizler gibi düşünüp, bunu dert edinen insanların olduğunu bilmek çok güzel.

Hoca'nın sözü var; şampiyon olacağız!

8 Nisan 2014 Salı

Felipe Melo



Pazar akşamından beri Felipe Melo üzerinden ahlak dersi verilmeye çalışılıyor. Türlü genellemeler yapılıyor, Melo üzerinde bir algı yaratılmak isteniyor.

Önce şunu bir netleştirelim; Galatasaray, Fenerbahçe'yi yıllardır Kadıköy'de nasıl muamele görüyorsa aynı muameleyi gösterip, o şekilde yenmiştir. Ne hikmetse Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi yenmiş olduğu maçlardan sonra zaten futbol hep ikinci planda kalır, gündem bir şekilde değişir ve galibiyet gölgelenmeye çalışılır.

Medyada uzun bir süredir hakim olan Fenerbahçeli hegamonyasını hepimiz biliyoruz. Sözde adalet isteyenlerin aslında nasıl da yapmacık kişiliklere sahip olduğunu bilhassa şike sürecinde çok açık şekilde gördük. Bazı spor gazeteleri, ne hikmetse, kendilerini birden taraf tutarken bulmuş ve suçlu olup olmadığına bakmaksızın ''marka değeri'' adı altında Fenerbahçe'nin yanında durarak, diğer taraftarları kışkırtıcı manşetler atmıştı.

Öyle bir algı yaratıldı ki; sanki Felipe Melo'ya ceza verilse ya da Melo Galatasaray'dan uzaklaştırılsa Türk futbolu pür-i pak bir hale gelecek. Kusura bakmayın ama artık bu numaraları yiyen çok az insan var.

Galatasaray, son 10 yılda Kadıköy'de maç kaybederken sahada Fenerbahçeli oyuncular tarafından sürekli tekme tokat dövüldü. Lugano'sundan tutun Tuncay'ına, Volkan'dan Emre'ye kadar sürekli saha içerisinde Galatasaraylı futbolcular tahrik edildi ve kırmızı kart görmeye zorlandı. Kırmızı kart gören oyuncular da hiçbir zaman Emre Belözoğlu gibi kontrolünü kaybetmeye çok müsait isimler değildi.

Volkan geldi Ali Sami Yen'de kıçıyla top istop etti akabinde kasıklarını avuçlayıp Galatasaray taraftarına hareket çekti. O gün kimse çıkıp da ahlaktan, genel örf ve adetlerden bahsetmedi. Fazla uzağa gitmeyin; geçen sene Meireles eliyle kasıklarını avuçladı ceza dahi almadı. Hakemin suratına tükürdü ödül niyetine cezası aşağıya çekildi. Fenerbahçeli taraftarlar Drogba ve Eboue'ye muz fırlatıp ırkçılığı aleni biçimde memlekete soktu anında hasıraltı edildi. Şike meselesine zaten hiç girmeyeceğim bile.

Tüm bu olaylar yaşanırken bugün ahlak dersi vermeye kalkan sözüm ona tarafsız, elit gazeteci abiler kafasını kuma soktu. Mesela ben hiç Enver Aysever'in, İsmail Saymaz'ın, Cüneyt Özdemir'in falan kalem oynattığını, bu konualara değindiğini hatırlamıyorum. Ya da ota boka güzellemeler yazıp aklı sıra tespit kastığını düşünen Yılmaz Özdil'den de bu minvalde bir yazı görmedim. Ama tabi bu şahısın daha önemli işleri vardı mesela Fenebahçe kongresi öncesi Aziz Yıldırım lehine yazı yazıp paylaşmak gibi...

Daha yazacak çok şey var da kısa keseceğim. Kimin ne bok olduğunu biz artık çok iyi anladık ve biliyoruz. O yüzden kimse Felipe Melo üzerinde algı oluşturmaya çalışıp, kendince bazı hayaller kurmasın. Felipe Melo; karşısındaki güruh hangi dilden anlıyorsa o şekilde konuşmuştur ve allahına kadar da yaptıklarında haklıdır. Ahlak, terbiye gibi sözcükleri ağızlarına almaya cürret edenler o sınavdan kalalı çok oldu. Bu şahısların söyledikleri yok hükmündedir ve yine bu gibi insanlara Felipe Melo'yu yem etmeyeceğimizi herkes bilmelidir.

Bir kez daha helal olsun Felipe Melo. Göte göt diyebildiğin için.

28 Şubat 2014 Cuma

Galatasaray: 1-1 :Chelsea



Jose Mourinho, Fatih Terim'den sonra en çok sevdiğim ve saygı duyduğum teknik direktördür. Hırslı olmaları, sürekli kazanmayı kendilerine felsefe edinmeleri, oyuna müdahale konusunda cesur olmaları vs şeklinde listeyi uzatabileceğimiz ortak noktaları olduğunu düşünüyorum. Porto çıkışlı olsa da, Mourinho'yu her zaman Chelsea ile özdeşleştirdim.  Onun yeniden Chelsea'ye gelişi ile birlikte Premier Lig'e ayrı bir gözle bakmaya çalıştım. Chelsea'nin Şampiyonlar Ligi'nde Galatasaray ile eşleşmesi ise bu açıdan hoş bir tesadüf oldu. Halihazırda takip ettiğim Chelsea maçlarını daha dikkatli şekilde izlemeye başladım.

Mourinho, Chelsea'deki yeni döneminde hem günümüz şartlarında yarıştığı kulvarlarda yarışın içinde kalabilecek, hem de uzun vadede daha da güçlenerek ve gelişerek katkı vermesini istediği - yaygın tabirle- geleceğin takımını kurdu. Mevcut kadroda Terry gibi, Lampard gibi yaşlı diyebileceğimiz oyuncular olmakla birlikte; Willian gibi, Oscar gibi, Salah gibi oldukça genç ve yetenekli oyuncular da mevcut. Bu harmanlanmış takımın halihazırda hem lig hem de Şampiyonlar Ligi'nde iddiasını sürdürebiliyor oluşu Mourinho'nun oturtmaya çalıştığı takım savunmasıyla doğrudan ilintili.

Chelsea'nin uygulamış olduğu başarılı takım savunmasına daha sonra tekrar döneriz. Chelsea'yi tanımaya biraz daha devam edelim. Chelsea'nin dikkat çekici bir diğer özelliği de çok başarılı şekilde hızlı hücuma kalkan bir takım olmaları. Buradan savunma tandanslı bir takım oldukları izlenimi çıkmasın zira karşılarındaki rakip kaynaklı geriye yaslanmak zorunda kaldıklarında hızlı hücumlarla çok takımın canını acıtabiliyorlar. Burada en sıkıntılı nokta Chelsea'nin  -''katil forvet'' diye de adlandırılabilecek- bitiriciliği üst seviyede bir golcüden yoksun olması. Bunun eksikliğini çokça hissettiler. Görünen o ki bu sene hissetmeye de devam edecekler. Mourinho'nun en çok şikayetçi olduğu konulardan birisi de bu ve Portekizli teknik adam bu rahatsızlığını da çoğu zaman gizlemiyor. Mourinho'nun iyi bir akıl hocası olduğunu biliyoruz. Bu şekilde dert yanarken diğer yandan da forvet oyuncularını cesaretlendirecek ve onların güvenini tazeleyecek açıklamalar yapıyor. Ancak Galatasaray maçından sonra da ''rakipler üç pozisyona girip hepsini gol yapıyor, biz ise beş pozisyona girip sadece birini gol yapabiliyoruz'' diye vermiş olduğu bir demeci de mevcut.

Chelsea'nin takım savunması demiştik, ona geri dönelim. Chelsea'de tüm oyuncular topun karşısına çok iyi geçiyor (topun arkasına geçme lafını ben pek benimseyemedim. topun karşısına demek bana daha mantıklı geliyor). Bu sayede rakibe boş alan bırakmıyorlar ve kaptıkları toplarla da çok hızlı şekilde hücuma çıkıp rakip kalede tehlike yaratıyorlar. Bunu yaparken ana mentalitelerinin savunma olmaması onları klasik bir kontra atak takımı olmaktan alıkoyuyor. Chelsea'nin takım savunması her geçen gün oturduğu için yeni oyuncuların bir araya gelmesi ile ortaya çıkan problemler çok büyük sorun olmadan halledilebiliyor. Bu vesile ile Chelsea çok fazla maç kaybetmiyor ve aynı zamanda takım birbirine alışma evresini büyük zorluklar yaşamadan atlatıyor. Bu yüzden, Mourinho'nun, kısmen, yeni kurulduğunu söyleyebileceğimiz bu ekipte takım savunmasını oturtmuş olması onları iki kulvarda da iddialı halde tutuyor.

Chelsea'nin özellikleri bu kadar belliyken Galatasaray ne yaptı? Aslında cevabı şu şekilde verebiliriz; en yapmaması gereken neyse onu yaptı. Yani, rakibine gereğinden fazla boş alan verdi. Hücuma çıkarken yapılan basit top kayıpları bunda belirleyici etken oldu. Galatasaray, bu sebepten rakibe pozisyon vermekle kalmadı, kendisi de hücumda etkili olacak atakları geliştiremedi. Mancini geldiğinden beri Galatasaray'ın ne oynayacağını kestirmek önceden pek mümkün olmuyor. Öyle ki, kadroyu bilmek bile bazı şeyler için yetersiz kalıyor çoğu zaman. Mutlaka maçın başlamasını ve takımın sahaya yayılışını bekleyip, görmek gerekiyor.

Şunu net şekilde söyleyebiliriz; Galatasaray maça çok yanlış bir kadro ile başladı. Semih gibi takımda akıllara şüphe getirmeden oynatılabilecek tek stoperi kesmek, Hajrovic gibi Türkiye Ligi'nde hamle oyuncusu olarak gördüğünüz bir ismi direkt 11'e koymak fazlasıyla riskti. Zaten alınan bu risk de tutmadı ve ilk yarı Galatasaray adına oldukça sıkıntılı geçti. Mancini, takımı ana hatlarıyla belirlemişti esasında. Kilit oyuncu genelde Ceyhun oluyordu çünkü savunma arasına girip oyun kurmada yardımcı olan, top rakipteyken de orada bir süpürücü, sibop görevi görmesi istenen isim oydu. Orada Emre Çolak ve Yekta da denenmiş ancak yetersiz bulunmuştu. Mancini, Chelsea'ye karşı Ceyhun'u kesmekle kalmadı; yerine alternatifi olarak görülen iki ismi de koymadı. Hal böyle olunca Galatasaray sahada sağlam bir şekilde duramadı. Mancini'nin hatasını kısa sürede görüp, telafi etmeye çalışması ise önemliydi. Bu zamana kadar devam eden kısa Galatasaray kariyerinin bize gösterdiği şeylerden biri oyuna müdahale konusunda oldukça geç kalmasıydı. Bu hamleyle birlikte, oyuna müdahale edebilme noktasında zaman saplantısı olmadığını bizlere gösterdi.

Semih'in oyuna girişi, Hakan Balta'nın sakatlığı ile mi alakalıydı, bilemiyorum. Ancak çok doğru bir değişiklik olduğunu söylemekte fayda var. Esasında Mancini ekstra bir şey yapmadı. Yalnızca yapması gerekenleri yaptı ve bu durum sonuca pozitif yönde yansıdı. Her zaman için zor olan, kolayı yapmaktır. Aynı Semih'in yapması gereken bir davranışı yapmış olmasından ötürü tebrik yağmuruna tutulması gibi. Zira doğruyu, yapması gerekeni yapan olmadığından;  basit şeyleri yapanlar insanların gözüne farklı gelir.

Bu hamlelerden sonra Chelsea'nin Galatasaray yarı sahasındaki etkinliği azaldı, Galatasaray'ın Chelsea sahasındaki baskısı arttı. Aynı Beşiktaş'ın yaptığı gibi Chelsea de Sneijder'in çok fazla topla oynamasını istemedi ve bunu engelledi. Galatasaray'ın hücumlarını güzelleştiren, akılcı hale getiren şey; her hücumda Sneijder'in en az bir kez topla buluşmasından geçiyor. Maç içerisinde, birçok kez, topla buluşabilmek için Galatasaray yarı sahasına kadar yaklaştığını gördük Sneijder'in. Markajdan çıkıp alanını boşalttı ve Telles'in oraya koşu yapmasını sağlayarak hem kendine pas opsiyonu yarattı hem de rakip savunmanın dengesini bozmayı amaçladı. Bunu genelde rakip yarı sahada yapıyordu bu kez başarabilmek için kendi yarı sahasına gelmek zorunda kaldı, hepsi bu. Duran top veya değil, golde Sneijder'in parmağının olması tesadüf olarak addedilmemeli. Bu takım için en önemli parçalardan biri ve mutlaka toplu oyunda yer almalı.

Alex Telles'in dikine oynaması, top tekniği, isteği ve azmi Galatasaray için çok değerli. Telles'in transferinden evvel Galatasaray'da ''bir şeyler yapsa da maç dönse'' denilen adam sayısı yalnızca ikiydi. Telles'in gelişi ile beraber bu sayı arttı. Bu algıyı yaratan Telles'in, esasında bir bek oyuncusu olması bile onun ne kadar önemli bir futbolcu olduğunu gösteriyor. Bunu söylerken Telles'in zaaflarının da farkında olmak lazım tabii. Hava toplarında ve işin savunma kısmında sırıttığı bir gerçek. Buna ek olarak fiziksel yönden de gelişmeye ihtiyacı var. Bire bir pozisyonlarda İvanovic'e karşı üstünlük kuramamasındaki temel nedenlerden biri fiziksel olarak güçsüz olmasıydı. Ancak, henüz çok genç olduğunu ve gelişime fazlasıyla açık bir futbolcu olduğunu unutmamakta fayda var.

Galatasaray'ın Londra'da yapması gerekenler az çok belli. Birincisi mutlaka doğru kadro ile sahada yer almak, ikincisi sahada sinmemek. Açıkçası ikinci ihtimalin gerçekleşeceğini pek sanmıyorum. Tabii ki doğru bir ilk 11 ile sahaya çıkmak kaydıyla. Gerisi birazcık şansa, biraz da oyun için dengelere bağlı.

13 Şubat 2014 Perşembe

Bir maçtan daha fazlası: Galatasaray - Juventus



Uzun suredir yazmayı planladığım bir yazıydı fakat sürekli erteliyordum. Herkes bu maçtan kendince hikayeler çıkardı. Bizim de kendimize göre yaşanmışlıklarımız var maç özelinde. Söz uçar yazı kalır derler. Hatıralarla dolu o günü kendi gözümden yazmak istedim.

Galatasaray'ı Galatasaray yapan bazı değerler vardır. Bu değerler olmasa Galatasaray olmaz. Belki de bu değerlerin en önemlilerindendi Fatih Terim... Gidişiyle birlikte Galatasaray bir ''bocalama'' evresine girdi. Özellikle bu kelimeyi kullanıyorum zira bazılarının iddia ettiği gibi Fatih Terim arkasında bir enkaz bırakmadı. Aksine, winner bir takım bıraktı. Bu sebepten bir gerileme dönemi söz konusu olamazdı. Herhangi bir antrenör gitse, yerine Mancini gelse bu denli ağır bir travma yaşanmazdı, kolay bir geçiş olurdu. Ancak Fatih Terim sonrası döneme geçiş, hangi antrenör gelirse gelsin, zor olacaktı. Nitekim oldu da.

Galatasaray'ın ve Galatasaraylıların bu dönemden çıkabilmek için özel maçlara, özel anlara ihtiyacı vardı. Farklı galibiyet, güzel oyun bunlar da kabul görürdü fakat yine de özel bir ana ihtiyaç vardı. Taraftar yeniden takıma ısınmalı, gelecek adına umutlanmalıydı. Juventus maçından önce ve sonra yaşananlara değinmeden evvel, bu maça direkt etki ettiğini düşündüğüm bir başka olaydan kısaca bahsetmek istiyorum.

9 Aralık 2013. İlk başta birçok insan için bu tarih fazla bir anlam ifade etmeyebilir ancak esasında çok önemli bir tarihtir. Galatasaray Erkek Basketbol Takımı, Juventus maçından bir gün önce sahasında Fenerbahçe ile oynadı. Salon hınca hınç doluydu ve o gün Galatasaray taraftarı uzunca bir süre sonra birlik olup, özel dakikalar yaşadı. O gün o maçı kazanmak ve salondan mutlu ayrılmak, taraftar üzerinde pozitif bir etki yarattı. Galatasaraylılar, o gün yeniden umutlanmayı, mutlu olmayı hatırladı. Devamının gelebilmesi ve her şeyin değişebilmesi için tek bir şeye ihtiyaç vardı; Juventus galibiyeti...

Bir gün önce kıvılcım yanmıştı. Herkes gibi biz de motive şekilde ertesi gün Arena'ya gidecektik. Önümüzde bir tane 90 dakika vardı. Rakip kim olursa olsun farketmezdi. Zira maç bizim sahamızdaydı. Her şey bizim elimizdeydi. Maça Hakan, Necati ve Tarık ile beraber gidecektik. Necati tribünden, Tarık ile Hakan ise sınıf arkadaşlarımdı. Şansımıza o gün okulda 18.30'da bitmesi gereken dersimiz hocanın inisiyatifiyle erken bitmiş, 17.30 gibi serbest kalmıştık. Zihinsel yorgunluğun en az fiziksel yorgunluk kadar önemli olduğunu da düşünürsek, bizim adımıza olumlu bir durumdu. Maça kadar vakit geçirebilmek ve bir şeyler yiyip içmek için Nevizade'ye gittik. Maç günü için kar bekleniyordu fakat o an için görünürde bir şey yoktu. Sadece dışarıda karın habercisi olan soğuk ve rüzgar vardı. Önce, Aslanım'a gittik. Hem birazcık ısındık hem de kafa dağıtıp sohbet ettik. Oradan kalkmaya yakın, televizyonda İtalya'da oynanan maçın tekrarına denk geldik. O bizi etkilemiş olacak ki, maça dair kafa patlatmaya başladık. Yaklaşık iki saate yakın orada kaldık. Ardından bir şeyler yemek için Nevizade girişindeki bir kokoreççiye uğradık. Bu esnada farklı semtlerde kar yağdığına dair haberler geldi. Henüz Taksim civarında bir şey yoktu. Yemeğimizi yedikten sonra geriye tek bir şey kalmıştı; metroya yürümek ve bu şekilde stada geçmek. Meydana doğru yürürken farklı semtlerdeki kar bizim bulunduğumuz yere de sert şekilde uğramıştı. Yolu daha yarılamamışken beyazlamaya başladık. Kar, tam olarak yüzümüze doğru geliyor ve rahatsızlık veriyordu. O günün özel olacağını hissettiğimizden olsa gerek; o anı ölümsüzleştirmek istedik ve fotoğraf çektirdik. Hakan ve Tarık üşümüştü. Necati'nin ise bankamatiğe uğraması gerekiyordu. Hakan ve Tarık bizi metro girişinde bekleyeceklerini söyledi biz de Necati ile beraber Gezi Parkı'nın oradaki bir bankamatiğe gittik. Döndüğümüzde Hakan ile Tarık metronun girişinde yoktu. Aradığımızda ise telefonları kapalıydı. Turnikelerin oradalar herhalde diye düşünüp ilerlemeye devam ettik. Aslında hiç de düşünmediğimiz bir anda her ikisi ile de karşılaştık ve metroya binip stada doğru gitmeye başladık.

Stada geldiğimizde atmosferin çok sıcak olacağını hissettik. Hakan ve Tarık kale arkasında biz de batı tribünündeydik. Seremoni esnasında Şampiyonlar Ligi müziği çalarken ilk kez dinliyormuş gibi heyecanlıydık. Bu müziği bu sezon için son kez dinleyecek olma ihtimali bile hepimizi tedirgin etmeye yetmişti. Ancak takımın ve taraftarın bütünleşeceğine olan inancımız tamdı ve kötü ihtimalleri aklımızdan uzak tutuyorduk.

Derken maç başladı. Kar yağışı nedeniyle maç ertelenene kadar görünen senaryo, maçın aşırı derecede taktiksel stratejiler özelinde geçeceği mesajını veriyordu. Tribünler ise takıma inançlıydı fakat coşkulu değildi. Bir gün önce salonda oluşan fiziksel yorgunluk, her ne kadar Juventus maçına gelenlerin hepsi bir gün önce İpekçi'de olmasa da, sahaya da yansıyordu. Maçın ertelenmesi ise ''o an için'' umut kırıcıydı. O akşam bu işi bitirmek istiyorduk. Ertelemenin daha hayırlı olacağını öğrenmemiz ise biraz zaman alacaktı...

Batı tribünden metroya gelişimiz yaklaşık yarım saat sürdü. Stadın olduğu arazinin yüksek bir yerde olmasından ötürü aşırı kar yağışı buzlanmaya sebep olmuş, merdivenler buz tutmuştu. Çok dikkatli şekilde ve ağır ağır yürümek zorundaydık. Yapılan en ufak itiş kakış merdivenleri çıkarken düşmemize sebep olabilirdi. O an öyle bir yoğunluk vardı ki; sanki biri düşse herkes domino taşı gibi art arda kayacaktı. Adeta birbirimize tutunarak yürümeye, merdivenleri çıkmaya çalışıyorduk. Daha önce böyle bir soğuk ile karşı karşıya kaldığımı hatırlamıyorum. Eve geldiğimde uzun süre ısınamadım. O derece üşümüş ve sırılsıklam olmuştum.

Ertesi gün ise bambaşka bir senaryo ile karşı karşıyaydık. Maçın hemen hemen sabah saatlerinde oynanacak oluşu seyirci sayısını doğal olarak olumsuz etkileyecekti. Bu bilinçle hareket etmek gerekiyordu. İmkanı olan herkes maça gitmeli, en ufak gidebilme ihtimali olan ise bu ihtimali sonuna kadar zorlamalıydı.

Ertesi gün metrobüsle maça giderken lise öğrencisi olan bir grup Galatasaraylı ile karşılaştım. Maçın ertelenmesinden sonra o yaş aralığındaki Galatasaraylılara büyük bir sorumluluk yüklenmişti. Birçoğu o gün dersten kaçıp maça geldiler ve takıma sahip çıktılar. Tribünde ise bir gün öncesine nazaran çok daha coşkulu bir kalabalık vardı. O gün statta öyle bir ortam vardı ki; her geçen dakika seyirci sayısı artıyordu. 11 Aralık'ta stada gelen herkes Galatasaray'a sahip çıkmak için oradaydı. Bence en önemlisi buydu. Juventus'u yenmek, gruptan çıkmak, tarih yazmak hepsi daha sonra gelen şeylerdi. Ancak iki gün süren ve türlü zorluklarla karşılaşılan bu maç, güzel bir sonu hakediyordu. Taraftar takıma inanmıştı ve son dakikada da olsa o golün geleceğine o maçın kazanılacağına stattaki herkes inanıyordu. Juventus ataklardan boş döndükçe Galatasaray'ın gol dakikası yaklaşıyordu. Bu hissi, inancı anlatmak çok ama çok zor. Sadece inanmak. Yalnız bu sözcük açıklayabilir orada olanları, hissedilenleri.

İkinci yarının ortalarına doğru Juventus bir ataktan boş döndü. O an şöyle bir düşündüm de; bu maçı kazanamayıp UEFA'ya kalırsak ciddi şekilde çöküş yaşayabilirdik. Dedim ya, bizi diriltecek bir zafere ihtiyacımız vardı ve o gün bunun için bulunmaz bir fırsattı.

Sneijder'in golü ve sonrasını ise hangi kelimelerle süsleyip anlatsak yetersiz kalır. O gün orada olan Galatasaraylılar takımlarına sahip çıktı. Hani herkesin diline doladığı bir geyik vardır ya ''çocuklarıma anlatacağım maç'' diye işte o gün çocuklarımıza anlatacağımız türden bir maça yerinde tanıklık ettik. Yıllar sonra bu maç televizyonda yayınlandığında, akıllara geldiğinde ''biz de oradaydık'' deme mutluluğunu ve gururunu yaşayacağız.

Bir kez daha o gün oraya gelip, takımı sahiplenen herkese kocaman bir eyvallah.

30 Ocak 2014 Perşembe

Hoşçakal Albert Riera



İçinde bolca hayal kırıklığı barındıran, kapanması zor yaraların açıldığı bir sezonun ardından Galatasaray'a geldi Albert Riera... Son gün transferi olması sebebiyle maaşı yüksekti ve bu Galatasaray kariyeri boyunca peşini bırakmayacaktı. Ancak en önemlisi; Galatasaray'ın son yıllardaki en değerli oyuncusu olan Arda Turan'ın yerine geldi Riera. Doğal olarak beklenti çok fazlaydı.

Riera'nın kötü oynadığı her maçtan sonra ''takıma alışma süreci yaşıyor'' dendi. Bu, bir yere kadar taraftarı idare etti ancak belli bir süre sonra Riera'nın sol kanat için beklentileri karşılayabilecek bir oyuncu olmadığına kanaat getirildi. Nitekim o dönem kızağa çekildi ve çoğu zaman yedek kaldı. Devre arasında Podolski de dahil olmak üzere birçok oyuncu ile görüşüldü. Ancak yerine kimse alınamadı. Emre Çolak ve Engin Baytar'ın kanatlarda fazlasıyla efektif oluşu Galatasaray'ın kanat problemine geçici bir çözüm olmuştu. Buna rağmen Fatih Terim, Kadıköy'deki şampiyonluk maçında Riera'yı ilk 11 başlattı ve kalitesine güvendi. Riera tecrübesiyle o maçın üstesinden geldi. Sezon sonu talibi de çıkmayınca takımda kaldı ve diğer sezon başladı.

Her ne olduysa Hakan Balta'nın sakatlığı ile beraber oldu. Galatasaray'da Çağlar'ın orada yetersiz kalışı, takım içinde başka bir alternatifin olmaması Riera'yı mecburi olarak sol bek mevkisine itti. İşin hücum yönünde sırıtmasa da savunmada verebileceği açıklar herkesi korkutuyordu. Riera oynadığı futbolla, sergilediği mücadele ile bütün soru işaretlerini giderdi. Galatasaray'ın değişilmez sol beki oldu. Hatta o kadar değişilmez oldu ki; Galatasaray yaz transfer sezonunu sol bek almadan geçirdi. Her ne olursa olsun halihazırdaki sol bek ihtiyacının aleni biçimde ortaya çıkması ve teknik direktör değişikliği Riera ile yolların ayrılmasını zaruri kıldı.

Futbol maalesef böyle bir oyun. Riera'yı herkes farklı şekilde hatırlıyor. Kimisi Kuyt'a verdiği ayarla kimisi ise kendini eleştiren taraftarlara verdiği cevapla... Riera, tekniğiyle, oyun görüşüyle ve mücadelesi ile bu takım için her zaman çok özel bir oyuncu oldu. Bazen vedalaşmayı da bilmek gerekiyor sanırım. İleride daha iyi hatırlayabilmek için...

Güle güle güzel insan Riera. Seni; Schalke maçında topa müdahale etmek için kayıp, o müdahalenle Burak'a atmış olduğun gollük pasla, Kadıköy'deki şampiyonluk sonrası kutlamalarda yaptığın matador hareketiyle ve defanstan soğukkanlı şekilde top çıkarmanla hatırlayacağım.

Yolun açık olsun.